Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki Müslüman hekimin resmi asılıdır. Râzi ve İbni Sina. Dünya Ebu Ali el-Hüseyin İbni Sina’nın şahsında, Müslümanların en büyük filozofunu ve en meşhur hekimini tanıdı. Arap edebiyatında pek nadir rastlanılan eserlerden biri olan otobiyografisi, Ortaçağ’da bile bir büyük ilim adamının hayatının ne derece hareketli geçebileceğini açıkça göstermektedir. Buharalı bir sarrafın oğlu olarak 980 yılında dünyaya geldiği ve mürebbiyeler tarafından yetiştirildiği anlatılmaktadır.
İbni Hallegân, ondan bahsederken: “On yaşına geldiği zaman Kur’ân’ı ve umumi edebiyatı bitirmişti. İlâhiyat, aritmetik ve cebirden de anlıyordu” der. Hiçbir öğretim görmeden hekimliği elde etti ve buluğ çağındayken ücretsiz olarak hasta tedavisine başladı. On yedi yaşına geldiği zaman Buhara hükümdarı Nuh İbni Mansur’u sıhhate kavuşturarak resmen saraya bağlandı ve sarayın kütüphanesinde bıkmak bilmeden çalıştı. On birinci yüzyılda Sâmâni iktidarı son bulunca, İbni Sina Harzem hükümdarı el-Me’mun’un hizmetine girdi. Gazneli Mahmud, el-Birûni ve diğer ilim adamlarıyla birlikte onu da sarayına almak isteyince İbni Sina gitmek istemedi. Mesihi adlı bir arkadaşıyla birlikte çöllere kaçtı. Mesihi bir kum fırtınasında öldü. İbni Sina, çeşitli maceralardan sonra Gürân’a vararak Kâbus’un hizmetine girdi. Onun öldürülmesinden sonra İbni Sina, Hemedan emiri tarafından tedavi maksadıyla, hekim olarak çağırıldı. Bu tedavide öyle başarılı oldu ki, emir onu kendisine vezir yaptı. Ancak, ordu icraatını beğenmeyince hapsedildi. Evi yağma edildi ve öldürülmek istendi. İbni Sina, bir yolunu bulup kaçarak tanığı bir eczacının evine saklandı. Orada kendisini meşhur edecek eserleri yazmaya başladı. Bir müddet sonra Hemedan’dan gizlice ayrılmak isterken emirin oğulları tarafından yakalandı ve aylarca hapiste kaldı: Orada yazmaya devam etti. Sonra yine kaçtı ve Sofi kılığına bürünerek ve anlatmamıza imkân olmayan çeşitli maceralardan sonra İsfahan’daki Büveyhi emiri Alâu’d Devle’nin sarayına ulaştı. Orada büyük bir itibar gördü. Etrafında bir âlimler ve filozoflar heyeti vardı. Emir, İbni Sina’nın onlarla yaptığı toplantılara başkanlık etmekten hoşlanırdı. O zamandan günümüze kadar gelen bazı hikâyelere göre büyük bilgin, ilmin yanı sıra aşka da düşkündü. İbni Hallegân ondan, pek fazla duyulmamış olan şu sözleri nakleder: “Günde bir öğün yemek ye… Tohum sıvını dikkatle muhafaza et; o, hayat suyudur ve sadece rahme akıtmak içindir.” Çok yorucu bir hayat geçiren İbni Sina, 1037 yılında elli yedi yaşında Hemedan’a yaptığı bir seyahat sonunda öldü. Orada, ona âşık olanlar, mezarını günümüze kadar yaşattılar.
İbni Sina, çok hareketli geçen hayatı boyunca, görev başında olsun, hapiste olsun, ilim ve felsefenin bütün dallarını içine alan yüz kadar kitap yazdı. Üstelik öyle mükemmel şiirler yazdı ki, bunlardan on beşi zamanımıza kadar ulaşabilmiştir. Bunlardan biri Ömer Hayyam’ın rubaileri arasına karışıverdi; bir diğeri Müslüman Doğu’da talebeler tarafından ezberlendi. İbni Sina Euclide’i tercüme etti. Astronomi müşahedeleri yaptı. Hareket, kuvvet, boşluk, ışık, hararet ve özgül ağırlık üzerine orijinal çalışmalarda bulundu. Mineraller hakkındaki eseri On ikinci yüzyıla kadar Avrupa jeolojisinin temel kitabı olmuştu. Dağların meydana gelişi hakkındaki fikirleri ise anlatılmaya değer bir örnektir: Dağlar iki sebeple meydana gelmiş olabilir. Bir deprem sırasında olabileceği gibi, yer kabuğunun sıkışıp yükselmesi; yahut yol arayan suların bir vadinin topraklarını alıp götürmüş olması… Toprak tabakalarının muhtelif hususiyeti vardır: Bazısı yumuşak, diğeri serttir; yağmur ve rüzgâr ilk çeşitten olanları eritir, alıp götürür. Diğerlerine ise bir şey olmaz. Şüphesiz bütün bunların gerçekleşmesi için çok uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Bunun en büyük ispatı da birçok dağda suda yaşayan hayvanlara ait fosillerin bulunmasıdır.
İbni Sina’nı üzerinde durulmaya değen en büyük iki eseri vardır.Bunlardan biri “Kitabu’s Şifa” dır. Bu on sekiz ciltlik bir eserdir. Matematik, fizik, metafizik, ilahiyat, ekonomi, siyaset ve musikiden bahseder. Diğer önemli eseri “Kanun fi’t-Tıb” dır. Bu dev bir fizyoloji, hijyen, tedavi ve ilâçlar bilgisi eseridir. İbni Sina eserine oldukça cesaret kırıcı bir cümleyle başlar: “Benim derslerimden faydalanmak isteyen bütün talebelerimin bu kitabı ezbere bilmesi lazımdır.” Ve bu kitap on milyon kelimeciktir. İbni Sina, tababeti, tabiatın normal seyrini köstekleyen bir engeli ortadan kaldırmak olarak kabul eder. Önce büyük hastalıkları, araz, helhis ve tedavileri anlatır. Ayrıca genel ve özel sağlık bilgileri; lavman, kan alma, yakma, banyo, masaj ile tedavi usullerini anlatır. Akciğerleri geliştirmek için derin nefes almayı hatta arada bir bağırmayı tavsiye eder. İkinci ciltte tıpta kullanılan bitkiler, üçüncü ciltte özel pataloji yer alır. Zatürre, mide bozuklukları, cinsiyet hastalıkları, sapıklıklar ve aşk dâhil olmak üzere ruh ve sinir hastalıkları da bu ciltte verilmiştir. Dördüncü cilt, ateşli hastalıkları, cerrahi, kozmetikler, saç ve deri bakımını içine almaktadır. Beşinci ciltte de yedi yüz altmış çeşit ilâcın yapılışı anlatılır.
Kanun fi’t-Tıb on ikinci yüzyılda Latinceye tercüme edilmiş ve yüzlerce yıl Avrupa okullarında en önemli metin olarak Montpelier ve Louvain Üniversitelerinde on yedinci yüzyılın yarılarına kadar başlıca ana kaynak tıp kitabı olarak bu eser okutulmuştur.
İbni Sina, tıp sahasında, dünya ölçüsünde bir âlim ve otorite olmakla yetinmemişti. O, bir âlimin ancak felsefeyle tamamlanabileceğini biliyordu. Aristo’nun “Metafizik” ini hiçbir şey anlamadan kırk defa okuduğunu ve ancak Fârâbî’nin tefsirinden sonra eseri anlamaya başladığını ve bunu hissedince sevinçle sokağa fırlayıp sadaka dağıttığını kendisi yazılarında anlatır. Aristo, sonuna kadar felsefe alanında onun ideali olarak kalmıştır.
Aslında İbni Sina metafiziği, ondan iki asır sonra Latin mütefekkirlerin skolastik felesefe diye sundukları şeyin hemen hemen özetiydi.
İbni Sina, metafiziğe önce Aristo ve Fârâbi’nin madde ve şekil, dört sebep, gereken ve mümkün olan, tek ve çok, üzerindeki fikirlerini açıklamakla başlar, ardından değişen ve mümkün olan çoğunluğun yani fani şeylerin çokluğu, lüzumlu ve hareketsiz olan Bir’den hâsıl olduğu meselesi üzerinde durur. Bu muammayı mutavassıt ve faal bir zekânın varlığı ile çözmeye çalışır: Bu zekâ ruhlar şeklinde, maddi, beşeri ve ilahi âleme taksim edilmiştir. Ancak burada yaratılmamışlığın Allah’ı ile, ilâhi değişmezlikle yaratılışı bağdaştırma güçlüğü vardır. Bunu Aristo gibi, maddi âlemin ebediyetiyle izah etmeye çalışır. Ne var ki; bu fikir Mütekellimûn’u fena halde sarsacaktır. O zaman şöyle bir hal şekli teklif eder. Allah, zaman bakımından değil, mantık bakımından yani derece, sebep ve öz bakımından dünyadan öncedir: Dünyanın varlığı her an, kendisini tutan varlığa, yani Allah’a bağlıdır. İbni Sina, Allah’tan başka bütün varlıkların mümkün olduğunu kabul eder; yani onların varlığı kaçınılmaz da lüzumlu da değildir. Bu mümkün olan varlıkların Var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğuna göre; onların varlığı ancak sebepler zincirini takip ederek lüzumlu bir varlığa varmakla izah edilebilir. Allah, esastan mevcut olan tek varlıktır. Ve onun var olması şarttır, çünkü o yok sayılırsa hiçbir şey var olmaz. Bütün maddelerin varlığı “mümkün” olduğuna göre. Allah maddi olamaz. Ve yine buna benzer sebeplerden tek olması şarttır. Varlıklarda zekâ olduğuna göre, yaratıcıda da zekâ olması lazımdır. İlahi Zekâ her şeyi geçmişi, hali ve geleceği görür. Bunun için bir zaman geçmez. Bir anda hepsini görebilir. Eşyanın varlığı O’nun ebedi tefekkürünün muvakkat bir neticesidir. Ama Allah, her fiilin veya her hareketin doğrudan doğruya sebebi değildir. Eşya bir dâhili ilahiyat ile gelişir, onların hedefleri ve gayeleri kendi içlerinde yazılıdır. Dolayısıyla Allah musibetten mes’ul değildir; musibet irademizin hürriyeti için ödediğimiz ücrettir ve bir kısmın musibeti, bütünün menfaati olabilir.
Ruhun varlığına kendi idrakimizle hemen şahit olabiliriz. Aynı sebepten ruh manevidir. Onu olduğu gibi idrak ederiz sadece. Fikirlerimiz organlarımızdan belirli bir şekilde ayrılır. Ruh, hareket etmenin ve bir cismin büyümesinin ilk şartıdır. Bu manada alınınca gök cisimlerinin bile ruhu var demektir. “Kozmos, bütünüyle, cihanşumul bir hayat prensibinin tezahürüdür.” Bir cisim kendi başına hiçbir şeye sahip olamaz. Kendi hareketlerinden her birinin sebebi kendinden ayrılmayan ruhudur. Her ruh veya zekâda ilk sebebe benzeyen yaratıcı bir kudret ve hürriyet hissesi vardır; zira bizzat kendisi bu sebebin bir parçasıdır. Ölümden sonra saf ruh, kâinatın ruhuyla birleşir. Dürüst olanların büyük saadeti bu birleşmede gizlidir.
Her şey bir tarafa, İbni Sina, asıl aranan gayeye vardı ve halkın itikadı ile filozofların muhakemesini bağdaştırdı. O, Lucrece gibi dini, felsefe aşkına feda etmek; yahut Gâzâli gibi din aşkına felsefeyi terk etmek istemiyordu. Bütün meselelere tek muhakeme ile ve Kur’ân’dan bağımsız olarak ilhamın natüralist bir tahlilini yaptı. Diğer taraftan ahlâk kaidelerini halkın anlayacağı dilde ve sağlam olarak ifade edecek peygamberlere ihtiyaç olduğuna da inanmaktadır. Bu manada alındığı takdirde, içtimai ve manevi gelişmenin temellerini kuran ve bunları koruyan peygamber Allah’ın habercisidir. Nitekim Muhammed öldükten sonra dirilmekten bahsetmiş ve bazen âhiretten maddi olarak bahsetmiştir. Ancak, eğer Muhammed tamamen manevi, ruhi bir ahiretten bahsetseydi, o zaman insanlar onu dinlemez disiplinli ve kudretli bir millet ve ümmet halinde birleşmezlerdi. Allah’a, ümit ve korku beslemeden, sırf manevi bir aşkla tapanlar en olgun insanlardır; ne var ki, bu gerçek ancak olgun dindarlara açıklanabilir.
İbni Sina, “Şifa” ve “Kanun” uyla Orta Çağ tefekkürünün zirvesine çıkmıştır. Bunlar şüphesiz insan zekâsının en büyük eserleridir. Nasıl ki Aristo fikirlerinin bir kısmını Platon’dan almışsa, İbni Sina da fikirlerinin bir kısmını Fârâbi ve Aristo’dan almıştır. Ama bunu tabii karşılamak gerekir, çünkü tamamen orijinal olanlar ancak delillerdir. İbni Sina’nın söylediği bazı şeyler ilk bakışta bizim zayıf muhakememize göre aptalca görünmektedir. Ancak, bu Platon ve Aristo’da da vardır. Öte yandan İbni Sina’da El Biruni’nin tenkitçi görüşü, berrak zekâsı yoktur.
İbni Sina üslubunun açıklığı ve canlılığı; mücerret fikirleri aydınlatıcı anekdotlarla anlaşılır hale getirmedeki ustalığı, ilmi ve felsefi bilgilerinin genişliği ile rakiplerini geçmiştir. Tesiri ise muazzam olmuştur. İbni Rüşd’e ve başka filozoflara tesir etmiş, Latin Hıristiyanlığının büyük skolâstiklerine yol göstermiştir. Albert le Grand ile Thomas d’Aguin’in doktrinlerinin İbni Sina’ya çıktığını görmek hayret vericidir. Roger Bacon, ondan “Aristo’dan sonra en büyük filozof” diye bahseder. Aziz Thomas da, şüphesiz ondan Platon’dan bahseder gibi hürmetle bahsederken mübalağa etmemiştir.
Doğu’daki islâm felsefesinin aşağı yukarı İbni Sina’nın 1037 yılında ölümüyle beraber öldüğünü söyleyebiliriz. Ondan hemen sonra Selçuklular siyaset sahnesine çıkmıştır. Onlar enerjik bir mutekit yani bağlanmış idiler. Bu bakımdan ilahiyatçıların korkak tefsirleri, Gâzali’nin mistisizminin şöhret kazanması felsefi düşüncelerin sonu oldu.
Ne yazık ki, Arapların yayıldığı (750-1050) arası üç asrı çok kötü tanıyoruz. Arap ilim, felsefe ve edebiyatıyla alakalı binlerce eser İslâm âleminin kütüphanelerinde saklı durmaktadır. Yalnız İstanbul’da otuz tane cami kütüphanesi vardır, bunlar ancak şöyle bir gözden geçirilmiştir. Kahire, Şam, Bağdat ve Delhi’de çok büyük koleksiyonlar vardır ve bunların henüz kataloğu bile yapılmamıştır. Madrid ve yakınlarındaki Escurial’da bulunan muazzam bir kütüphanedeki, islâmi ilim, hukuk, edebiyat ve felsefe eserlerinin ancak listesi yapılabilmiştir.
O devrin Müslüman tefekkürüne dair bildiklerimiz, aslında var olanın ancak ufak bir parçasıdır. Aslında var olan ise, yaratılan eserlerin sadece bir parçasından ibarettir. Bu makalemizde de bu parçadan ancak bir kırıntı verebildim.
İlim adamları yarı yarıya unutulmuş olan eserleri derinlemesine inceledikleri zaman belki de onuncu asırdaki İslam, tefekkür tarihinin altın çağlarından biri olarak ortaya çıkacaktır inancını taşıyorum.
Işık ve sevgiyle kalın!