Halife, kavramı Hz. Muhammed’den sonraki dönemde İslam devletindeki devlet başkanını simgeler. Bunun nedeni Hz. Muhammed’in dini kimliğinin/peygamberliğinin yanı sıra devlet kurucusu olmasıdır. Kelime kökeni tanıdıktır; halef, bir kimsenin yerine geçen kimsedir. Ondan önceki selef, ondan sonraki halef. İslamiyet’in ortaya çıkışı ve ilk devlet yapılanmasında Hz. Peygamber’in yerine geçeni ifade etmek anlamında halife kelimesinin kullanılması şaşırtıcı değildir. Hz. Ömer döneminden itibaren emir ül müminin (müminlerin emiri) de halife yerine kullanılmıştı.
Kuran’da hilafet kelimesi geçmez. Ancak sıklıkla insanın Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olduğu ifade edilir. Dolayısıyla halife neticede dini bir kavram olmayıp emir, devlet başkanı karşılığında yürütme erkini temsil eder. Peygamberin yerine geçmiş olması ona dini bir kimlik yüklemez, Peygamberin devlet başkanı olması itibarıyla onun halefidir. Bu bağlamda dünyevi otoriteyi simgeler.
Hz. Muhammed’in vefatının ardından Hz. Ebu Bekir’in devlet başkanı olmasıyla halife tabiri kullanılmaya başlanır. Ancak 1400 yıllık tarih boyunca ve daha başından itibaren halifelik kavramının ve kurumunun birbirinden çok farklı anlamlara gelen bir seyir izlediği görülmektedir.
Hulefayı Raşidin (Dört Halife) dönemi, Hz. Muhammed’in vefatını takip eden dönemde iktidara gelen dört halife dönemi demektir. Halifelik kurumu, Hz. Muhammed’in vefatının ardından Hz. Ebu Bekir’e biat edilmesi ile başlamaktadır. Hz. Muhammed, kendisinin vefatından sonra yerine kimin devlet başkanı/halife olacağına dair bir görüş, bir vasiyet bırakmamıştı. Dolayısıyla devlet başkanını belirlemek dönemin sahabesine kalmıştı. Daha Hz. Muhammed’in cenazesi toprağa verilmeden kimin halife olacağı meselesi ortaya çıkmış, bir kısım ensar (Hz. Muhammed’e Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında kendisine yardım eden Medineliler) kendi aralarında toplanarak Hazrec reisine biat ettiler. Toplantıyı Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in öğrenmesinin ardından bir takım tartışmalar ortaya çıktı ve sonuçta Hz. Ebu Bekir’e biat edilmesi kararı alındı. Sahabenin tartışarak kendi arasında karar alması 19. Yüzyılın ikinci yarısında Jön Türkler/Yeni Osmanlılar tarafından bir demokrasi örneği olarak sunuldu. Jön Türklerin meşruti demokrasi isteklerine böylece dini bir destek sağlanmış oldu. Meşveret’ten (istişare/danışma) Meşruti Demokrasi çıkardılar. Hiç şüphesiz bu modernist ama tartışmalı bir çıkarım olarak değerlendirilmelidir.
Daha ilk halife belirlenmesinde çıkan tartışmalarda ensar’a (Medineliler) mensup olanlar zor zamanlarda İslam’a yaptıkları hizmeti öne çıkarırken muhacirler (Mekkeliler) de Kureyş kabilesinin gücüne ve etkisine dikkat çekerek kendi içlerinden birinin halife olmasını istediler. Bu toplantıda Haşimilerin (Hz. Muhammed’in akrabası, Kureyş kabilesinin bir kolu) aktif bir rol üstlenmedikleri görülse de, onlar Peygamber ile akrabalık ilişkisi olanların halife olması gerektiği fikrindeydi. Bu süreçte ilk başka bir grup sahabe Hz. Ömer’e biat ederken sonra Mescid-i Nebevi’de bütün Medineliler biat etti. Ancak biat edenler arasında Hazrec kabilesi reisi yoktu. Ayrıca Hz. Peygamber’in cenazesinin yıkanmasıyla uğraşan Hz. Ali ve bir grup sahabe ne toplantıya katıldılar ne de ilk biat edenler arasında yer aldılar. Onlar biat etmesi daha sonra gerçekleşti. Bu kademeli süreç sonraki yıllardaki çatışmaların habercisi gibidir. Nitekim dört halife dönemindeki dört halifeden üçü öldürüldü. Hz. Ebu Bekir’in halifeliği vefatı nedeniyle iki yıl sürdü. Onun ölümü doğal yollardandı. Onu takip eden üç halife (Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve ayrılıklar, çatışmalar nedeniyle öldürüldüler, ki bu dönemde İslamiyet henüz geniş alana yayılmamıştı. Devlet yapısı görece küçüktü. Toplum daha homojendi. Hz. Ebu Bekir kısa süreli halifelik yapmasaydı, muhtemelen onun öldürülmesi de ihtimal dahilindeydi.
Bugünün dünyasında bile, 1400 yıl sonra Hz. Ebu Bekir’in halifeliği hak edip etmediği Sünni ve Şiiler arasında tartışma konusudur ve üzerinde bir uzlaşmaya varılabilmiş değildir, varılmasını beklemek de mümkün değildir.
Hz. Ali’nin vefatının ardından oğlu Hz. Hasan’a biat edildiyse de Muaviye’nin bakısıyla halifelikten çekildi ve Muaviye halife oldu. Böylece Emeviler dönemi başlamış oldu. Muaviye’ye kadar dört halifenin ilk Müslüman olanlardan ve Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından belirlenmesine ve bunun da istişare/danışma yoluyla yapılmasına özen gösterilmişti. Muaviye ise siyasi ve askeri bir mücadele sonucunda iktidarı ele geçirdi. Böylece dört halifenin seçilmesindeki yöntem ortadan kalkmış oldu. Bu halifelik kurumunun yapısını da kökten değiştirdi. Diğer taraftan ilk dört halifenin belirlenmesine gösterilen özen, dört halifeden üçünün öldürülmesine engel olmadı. Muaviye’nin iktidara geliş şekli halifelik yapısını değiştirerek onu saltanata dönüştürdü ve Muaviye oğlu Yezid’i veliaht olarak gösterdi. Böylece halifelik sistemi verasete dönüştü. Babadan oğlu ya da hanedan üyelerinden başka birine geçmesi itibarıyla halifelik, bir aileye, bir hanedana geçti. Neticede ortaya çıkan yönetim tarzı bir monarşiydi, saltanattı. Bu, Emeviler döneminin en önemli özelliğidir.
Yezid’e, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin biat etmeyi kabul etmedi. Bu sırada Medine’de bulunan Hz. Hüseyin, Mekke’ye gitti. Kufe’liler kendisini şehirlerine davetti ve halife olarak ona biat edeceklerini bildirdiler. Hz. Hüseyin de adamlarından birini Kufe’ye göndererek onların biatini aldı. Kendisi de yola çıktı ancak Kufe’ye ulaşamadan Kerbela’da Yezid’in adamları tarafından şehit edildi. Yezid’e biat etmeyip halifelik iddiasında bulunan başka kimseler de oldu. Dolayısıyla görüleceği üzere daha başından itibaren halifelik bir dini müessese değil, bir yürütme organı, bir devlet başkanlığı olarak ortaya çıkmış ve kanlı çatışmaları da beraberinde getirmişti. Üstelik bu o dönemin Arap toplumuna ait bir çatışmaydı. İslamiyet’in Araplar dışında da yayılmasıyla birlikte olay ileride daha kompleks hale gelecektir.
Dört Halife dönemi, 632-661 yılları arasını kapsar. Onu izleyen Emeviler dönemi de yerini 750’de Abbasiler dönemi aldı. Abbasiler, hem Peygamber soyundan gelmenin hem de Emeviler’e karşı oluşan muhalefetin avantajını kullandılar. Ancak Abbasiler döneminde de hilafet monarşik niteliğini sürdürdü. Abbasiler dönemi Türklerin de İslamiyet’i kabul ederek, etkilerini artırdıkları bir dönem oldu. Abbasi hilafet merkezi Bağdat’tı. Bir dönem Abbasi halifeliği, Büvehoğullarının etkisi altına girse de, onu kurtaran Selçuklular oldu. Tuğrul Bey ile birlikte Abbasi halifeliği Türk etkisi altına girdi. Tuğrul Bey ile birlikte halifeliğin etki alanı daraldı, idari gücü sultan olarak Tuğrul Bey kullanmaya başladı. Böylece halife daha çok dini bir nitelikte kaldı ve sultana meşruiyet sağlayan bir kuruma dönüştü (1058).
Bu tarihi takip on yıllarda İslam dünyasını etki altına alan Haçlı Seferleri başlayacaktır. Ardından da onu Moğol istilası izleyecektir. Biri batıdan diğeri doğudan gelen iki istila İslam dünyasını derinden etkileyecek, ciddi ve gerçek bir toparlanma ancak Osmanlı Devleti ile mümkün olacaktır.
Tuğrul Bey ve zamanında tek bir halifelik yoktu. Mısır’da Şii Fatimi halifeliği, İspanya’da Endülüs Emevi halifeliği varlık gösteriyordu. Tüm bunlar bin yıl önce de İslam dünyasında birliğin olmadığı ve halifeliğin bir iktidar aracı olarak kullanıldığını göstermektedir. Aynı anda üç halifelik kurumunun oluşu, hem siyasal parçalanmışlığı ve hem de kurumun siyasal niteliğini ortaya koymaktadır.
10. ve 11. Yüzyıllarda Sünni Abbasi ve Endülüs Emevi, Şii (İsmaili kolu) halifelikleri birbirleriyle rekabet ederek varlıklarını sürdürdüler. Diğer taraftan halifelik iddiasında bulunan daha başka küçük devletler de vardı. Örneğin Hz. Ali’nin verasetini güderek Yemen’de böyle bir yapı ortaya çıkmıştı. Sonraki süreçte Selahattin Eyyubi Fatimi Devleti’ni ortadan kaldırdı. Abbasi Devleti de Moğollar tarafından yıkıldı (1258). Moğol istilasını durdurabilen Memluklardan Baybars olmuştu (1260). Abbasi halifelik kurumu silik bir şekilde Memluklara sığındı. Osmanlı’nın devraldığı varsayılan halifelik de buraya dayanıyordu.
Halifeliğin Arap dünyasının dışına çıkışı Osmanlı Devleti ile mümkün oldu. Ancak halifenin Kureyş’ten olması tezi sonraki yüzyıllarda hem Arap milliyetçiliğini kışkırtan emperyal güçlerin ve hem de ayrılıkçı Arap hareketlerinin tezi oldu. Çağının en büyük İslam devleti olan Osmanlı, hem de topraklarında yaşayan Müslümanların hem de kendi dışındaki Müslümanların hamisi durumunda davranmaya özen göstermekteydi. Ancak halifelik kavramının bir antlaşma içerisinde yer alması 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile oldu. İlk kaybedilen Müslüman toprağı Kırım’daki Müslümanların halifesi olması nedeniyle manevi bir söz hakkı söz konusu olmaktaydı.
Tanzimat Fermanı ile Padişah Müslim ve Gayrimüslim tebaanın hükümdarı idi. Halife olarak da hem ülkedeki Müslümanların hem de Osmanlı dışındaki Müslümanların halifesi olma iddiasındaydı. Bu dönemde dünyanın büyük bir bölümü sömürge idi ve sömürge halkların önemli bir bölümü de Müslümanlardan oluşmaktaydı. Osmanlı Devleti elden geldikçe kendi toprakları dışındaki Müslümanlara yardımcı olmaya çalışsa da kendisi de dağılmaktan kurtulamadı. Üstelik Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nda ayrılıkçı Arap ayaklanmalarını yaşadı ve savaş süresince ve sonrasında işgal kuvvetlerinin emrinde Müslüman askerleri de gördü. Milliyetçilikler ve Sömürgecilik çağında halifeliğin bir kıymeti kalmamıştı. Gerçi önceki yüzyıllarda da tek ve güçlü bir halifelik kurumunun olmadığını, bunun İslam dünyasındaki çatışmaları önleyemediğini, hatta artırdığını belirtmiştik. Ancak yine Hint Müslümanlarının Milli Mücadele’ye olan desteğini unutmamak gerekir.
Milli Mücadele sonunda Vahdettin’in ihaneti, Saltanatın kaldırılmasını kolaylaştırdı. Bu ulusal egemenlik kavramının gelişimi ve gücün Meclis’te toplanmasını teyit eden bir gelişmeydi. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasıyla Vahdettin İngilizlere sığındı. TBMM’de saltanat/iktidar iddiasında bulunmamak ve sadece dini bir kurum olarak kalması kaydıyla Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. Abdülmecit Efendi, saltanat iddiasında bulunmama vaadine rağmen dini kimliğinin ötesine geçerek, muhalefetin etrafında toplanmaya yöneldiği siyasi bir kimliği benimsemekten geri duramadı. İzmit basın toplantısında Atatürk gazetecilere halifelik kurumunun da kaldırılabileceğinin ipuçlarını verdi. Milli Mücadele’nin lider kadrosunun aralarındaki fikir ayrılıklarının başında halifelik kurumu gelmekteydi. Atatürk ve İnönü’nün karşısında yer alan lider kadro halifelik kurumunun dini kimliğinin yanı sıra devlet başkanlığı makamı olarak güçlendirilmesinden ve halifenin bir denge unsuru olarak kullanılmasından yana tavır aldı. Bunun üzerine Halk Fırkası genel başkan vekili ve başbakan İsmet İnönü, parti grubunda “Tarihin herhangi bir devrinde bir halife zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behemahal koparacağız” diyerek (Kasım 1923) yakın bir gelecekte olacaklarını haberini verdi. Bu arada Londra’da bulunan Hint Müslüman liderlerinden Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, halifelik kurumunun korunmasını İsmet Paşa’dan isteyen bir mektup gönderdiler. Konuya İngiltere bazlı dışarıdan müdahalenin olması ülkede gerilimi tırmandırdı. Üstelik bu süreçte halifenin yabancı devlet temsilcileriyle görüşmelerde bulunmak istemesi, gösterişli törenlere girişmesi doğal olarak saltanat rüyası içinde olmak olarak algılandı ve Atatürk tarafından uyarıldı. Halifenin ödeneğinin artırılmasını istemesi de Meclis’te tartışmalara neden oldu. Tüm yaşananlar, devlette iki başlılığa da neden olmaktaydı. Devlet başkanı olarak Cumhurbaşkanı seçilmişken, halife ve destekçileri alternatif devlet başkanı olarak halifelik makamını görmekteydiler. Bu yaşananlar 3 Mart 1924 tarihinde halifeliğin kaldırılmasını beraberinde getirdi. Bu, laikleşme yolunda atılan en önemli adımdır. Bunun bir başka anlamı da ümmetten millete geçiş, Türk milletinin tüm İslam dünyasının sorumluluğunu üzerine almaması demekti. Halifelik makamı tarihsel süreçte devlet başkanlığı makamını temsil etmişti. Oysa şimdi TBMM vardı ve yürütmenin, yasamanın kaynağı burasıydı. Seçimle gelen yürütme ve yasama organı varsa, dini kimlikli ve saltanat anlamına da gelen halifelik makamına gerek yoktu. Bu bağlamda tarihsel bir kurum olan ve modern dünyada anlamını yitiren halifelik kaldırıldı.
Kaldırılmasının üzerinden 100 yıl geçen bir kurumu tekrar canlandırmayı hayal etmek, milletler ve milliyetçilikler, demokrasi ve laiklik çağının tersine bir durumdur. Şüphesiz böyle bir hayal travma niteliğindedir. Nitekim halifeliğin kaldırılması sonrasında İslam dünyasında gösterilen tepkiler cılızdı ve bir halife seçme yolundaki çabalar da sonuçsuz kaldı. Başlangıcından itibaren trajik bir tarihe sahip olan halifelik kurumunu bugünün dünyasında yeniden canlandırmayı hayal etmek komik ve çağdışı olacaktır. Diğer taraftan İslam dünyası diye bir dünya varsa, orada da karşılığı olmayacaktır.
Kaynak: