PKK sıradan bir örgüt değil. 1970’lerin ortalarında Apocular denilen örgüt bugün çok daha geniş ve karmaşık bir yapıya sahip. Bugün PKK üzerinden Öcalan ve siyasal/ideolojik eğilimlerini açıklamaya çalışmak yetersiz kalacaktır. Örgüt neticede 50 yıllık tarihi boyunca canlı bir organizma gibi sürekli şekil değiştirmiş kendini güncellemiştir. Ancak Kürtçü kimliği ve benimsediği Marksist model ana hatlarıyla korunmuştur.
Son haliyle baktığımızda öncelikle KCK’yı anlamak ve tanımlamak gerekir. Açılımı Kürdistan Topluluklar Birliği (Koma Civakên Kurdistanê). KCK, Abdullah Öcalan'ın teorik çerçevesini oluşturduğu demokratik konfederalizmi temel alan Kürtçü çatı örgüttür. Bölgedeki dört ülkede alt örgütleri bulunmaktadır. Bu ülkeler Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dır. Kürdistan olarak tanımladıkları bu bölgedeki farklı ülkelerdeki bölgelerin konfederasyon çatısında birleşmesi ve neticede Büyük Kürdistan kurulmasını amaçlamaktadır. Nitekim bir Soğuk Savaş örgütü olarak ve Marksist perspektifte kır gerillasını benimseyen şiddeti kutsayan bu örgüt Soğuk Savaş sonrasına da adapte olabilmiştir. PKK pragmatik yapısı, büyük emperyalist güçlerin bölgedeki çıkarları ve bölge ülkeleriyle ayrı ayrı kurduğu ilişkiler, özellikle Arap Baharı sonrasında yaşanan gelişmeler neticesinde dünyada “özgürlük savaşçısı” algısına sahip olmuştur. Batı’nın kışkırttığı ve bölge ülkelerini parçalamaya, geri bırakmaya yönelik radikal İslamcı örgütler karşısında bölgeyi yeniden dizayn edici bir pozisyon üstlenmiştir. Oysa PKK’nın bir terör örgütü olduğu açık ve nettir. Türkiye’nin üniter yapısı ve ulusal bütünlüğü için ciddi bir tehdit ve uluslararası bir aparattır.
Örgütün faaliyet sahası yukarıda belirttiğim üzere sadece Türkiye değildir. Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Türkiye’de, Demokratik Birlik Partisi (PYD) Suriye’de faaliyet göstermektedir. PKK ilk kurulduğunda ve 12 Eylül olduğunda Suriye’de, Lübnan’daki Bekaa Vadisinde örgütlenmişti. PKK’nın Irak’ta (özellikle Kandil’de) yerleşmesi, 1980’lerin başına rastlamaktadır: İran-Irak savaşına ve o dönemde bölgede oluşan boşluğa. O tarihlerde Barzani ve Talabani örgütlenmeleri de bölgede etkinliklerini arttırdılar. Kuzey Irak’ta Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK), KCK’nın Irak yapılanmasıdır. Ancak bu yapılanma zayıf ve güdük kalmıştır. Barzani güçlenmesine izin vermemiştir. KCK’nın İran’daki örgütlenmesi ise Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) adını taşımaktadır. Irak ve Suriye’de ABD’nin müdahalesiyle oluşan yapının devamı İran ve Türkiye’de de tekrarlanmasına yönelik çabalar olacaktır.
Bölgede Büyük İsrail ve Büyük Kürdistan önündeki iki engelin ortadan kaldırılması, yani Irak ve Suriye’nin parçalanması ABD ve Batı dünyası açısından büyük kazanımdır. Planın yarısı başarılmış durumdadır. Üstelik İran Suriye ve Lübnan’dan uzaklaştırılmıştır. Kendisine yönelik saldırıları artık burada karşılayabilecek durumda değildir. Savunmaya çekilmiş durumdadır. Bir şekilde İran’ın da parçalanmasına yönelik adımlar gelecekte muhtemelen atılacaktır. Ancak İran, şüphesiz Irak ve Suriye gibi kağıttan ve sonradan oluşturulan devletlerden değildir; çok daha kompleks bir yapısı, köklü bir tarihi ve devlet kapasitesi mevcuttur. Bu noktada güncel deyimle söyleyecek olursak ABD açısından turpun büyüğü henüz heybededir. Ancak yine sarı öküzü (Irak ve Suriye) vermemek gerekiyordu. Elbette Suriye yönetimi geçmişte PKK’yı destekleyecek Türkiye’ye büyük zarar vermiştir. Ancak Suriye’nin de Lübnan ve Irak gibi konfesyonist bir şekilde yapılandırılması, yani etnik ve dini kimlikler temelinde şekillendirilmesi Türkiye ve İran açısından büyük bir risk taşımaktadır. İsrail için olası tehditler birer birer ortadan kaldırılırken Kürtler, ABD desteğiyle birleştirilmektedir. Son 30-40 yılda yaşananlar dikkate alındığında, sonraki 30-40 yılda olacaklara dair fikir sahibi olmak mümkün olabilecektir. Türkiye ulusal bütünlüğünü ve üniter yapısını korumaya özen göstermeli, stratejisini, devlet aklını bu yönde kullanmalıdır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Irak ve Suriye gibi ülkeler parçalanırken ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler bu ülkelerin parçalanması lehine pozisyon aldılar. Bu hata görülmeli ve kabul edilmelidir.
Türkiye, 50 yıllık terör örgütü PKK ile başarılı bir şekilde mücadele etti. Üstelik bu örgütü hem bölge ülkeleri ve hem de büyük devletler destekledi. PKK kapasite itibarıyla bunların hepsiyle dans edebilecek bir performans sergiledi. Bu performans şüphesiz sadece kendi kapasitesinin ürünü değildir. Türkiye, 1999’da Öcalan yakalandığında ve 2015 sonrasında iki kez PKK’yı bitirme noktasına getirdi. Bugün gelinen noktada gücünü de büyük ölçüde Suriye’deki ABD şemsiyesindeki PYD bölgesine aktardı. Bölgede oluşan bütün güç boşluklarını (İran-Irak savaşını, 1990’lardaki Birinci Körfez Savaşını, 2003’teki Irak’ın işgalini, Arap Baharı sonrasında oluşan kaotik yapıyı) kendi lehine çok iyi bir şekilde değerlendirdi. İlk kez ABD himayesinde kendi bölgesi oldu.
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” adıyla yaptığı çağrı, bir günah çıkarma ve özür dileme niteliği taşımıyor. Örgütün Soğuk Savaş koşullarında oluştuğuna, Marksist çizgisine dikkat çekiyor. Gerçekten de 1980 öncesinde Kürt siyasal hareketi Türkiye’de Marksist solun yedeği idi. Marksist sol ondan destek alıyordu. 1980’lerdeng ünümüze ise Türkiye’deki Marksist solun önemli bir bölümü Kürtçü ayrılıkçı PKK hareketinin siyasal uzantılarının ve bizzat PKK’nın yedeği durumuna düştü. Kürt ırkçılığı yapan, Cumhuriyet’le ve ulus-devletle hesaplaşmaya girişen Kürtçü hareketin destekçisi konumuna geldiler. Marksist solun bir bölümü Kürtçü hareketi, İkinci Cumhuriyetçi liberal solcular da İslamcı hareketi desteklediler. Liberal solcuların Kürtçü harekete sempatisini de atlamamak gerekir. Bu noktada ortak düşman Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ve Türk kimliğidir; ulus devlettir, üniter devlet yapısıdır.
Öcalan, çağrısında “PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları, Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur” diyerek, faturayı karşı tarafa kesmekte ve bir özeleştiri yapmamaktadır. Hata kabul etmemektedir. Ona göre sorumlu devlettir, başka da kimse değildir.
Öcalan’a göre, “Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.
Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas bellemişlerdir. Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla birlikte bu süreç hızlanmıştır. Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir”.
Aslında Öcalan ile İslamcılar, 200 yıllık modernleşme tarihini birlikte hedef almaktadırlar. Malum olduğu üzere İslamcılar da 19. Yüzyılda II. Mahmut ile başlayan modernleşme sürecinin bizi köklerimizden, medeniyetimizden kopardığı fikrindedir. Bu noktada Öcalan ile paralel noktadadırlar. Ancak bir farkla, Öcalan bunu kapitalist sistemin eleştirisi çerçevesinde yaparken aslında örtülü olarak muhalefet ettiği II. Mahmut’un merkezi devlet kurma çabasıdır. Nitekim II. Mahmut’tan Atatürk’ün vefatına kadar (en son Dersim isyanıyla) merkezi devlet kurma, üniter devlet hayali aşağı yukarı 120 yıllık (1808-1938) bir süreçti. Yavuz Sultan Selim’in bölgede Kürtlerle devlet arasında kurduğu gevşek bağ, 19. Yüzyılda güçlendirilmeye ve merkezileştirilmeye başlandı. Bu da o tarihlerden itibaren aşiret-ağa temelli isyanları da beraberinde getirdi. Merkezi devlet yapısını geliştirme politikasını II. Abdülhamit de sürdürdü. Çünkü bölgede büyük güçlerin etkisi artmaya ve Ermeni isyanları çıkmaya başlamıştı. Aşiret mektepleri ve Hamidiye alayları bu noktada devreye girdi. Cumhuriyetin tek tipçi yorumu ifadesi de suçlayıcı ve sorumluluğu karşı tarafa yıkıcıdır. Oysa Cumhuriyet ümmetten millete geçmekten, diğer etnik kimlikleri asimile etmeden entegre edici bir Türk ulusal kimliği tanımladı. Nitekim 1924 Anayasası ve Atatürk’ün yaptığı tüm tanımlar, etnik ve dini kimlikler ötesinde ortak bir ulusal kimlik ortaya koymaktadır. Bu, Türk üst kimliğidir. Etnik kimlikleri yok saymadan ama üst kimlikte birleşmek esastır.
Öcalan çağrısında Kürtçü/ayrılıkçı terör hareketinin bir sonuç olarak doğduğunu ileri sürmektedir:
“Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi olan PKK’nin; güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.
Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.
Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür”.
Burada yer alan ifadelerde de suçlayıcı ve faturayı Türkiye Cumhuriyeti’ne kesici bir ifade söz konusudur. Bırakın özrü ve hatayı kabul etmeyi, bir üzüntü ifadesi bile yoktur. Aşırı milliyetçilik Türkler için tanımlanırken inşa edilen ırkçı Kürt milliyetçiliği es geçilmektedir. KCK’nın yukarıda değinilen yapısının da Pan Kürdist olduğu açıktır. Öcalan’ın Murray Bookchin’den esinlenen tezlerinin sahadaki karşılığı Suriye’deki PYD bölgesinde açık bir şekilde görülmektedir ve bunların uygulamada Murray Bookchin’in tezleriyle hiçbir alakası yoktur; bu tezler ve uygulaması Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabındaki teori ve pratik arasındaki zıtlıkta da görülür. Daha açıkça söylemek gerekirse PYD bölgesindeki uygulamalar etnikçi ve ırkçıdır.
Diğer taraftan, “her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları” ifadesi ile neyi kastetmektedir? Bu federasyon tezlerine örtülü bir gönderme midir? Açıkça söylemek gerekirse Türkiye, üniter devlet yapısından ve Türk milli kimliğinden vazgeçemez, geçmemelidir. Vatandaşlık kavramının yeniden tanımlanacak neresi vardır? Vatandaşlık kavramında ne yapılması talep edilmektedir? Türk kimliği çıkarılıp yerine ne konulacaktır? Türklük bir etnik kimliğin ötesinde bizim ortak üst kimliğimizdir. Alman, Fransız olmak gibi… Yakın zamanda Irak’ta yapılan yeni anayasa ve muhtemelen Suriye’de yeni yapılacak anayasa Kürtlerin ayrı bölgesel yönetimlerini doğurdu ve doğuracak. Bu, gücün etnik ve dini kimlikler temelinde bölünmesidir. Literatürdeki adı konfesyonizm’dir. Bu çağdaş dünyada uygulanan bir sistem değildir. Demokrasi etnik ve dini değil, sosyal ve ekonomik, sınıfsaldır. Kendinizi solda tanımlıyorsanız sınıf deyin, sağda tanımlıyorsanız zümre deyin. Ama durum budur.
Irak ve Suriye’de iç savaşla ve dış müdahale ile oluşan fiili özerk yapının Türkiye’de karşılığı olmamalıdır. Kürtçenin eğitim dili olarak tanımlanması da Osmanlı’dan Bulgaristan’ın ayrılması gibi kademeli bir ayrılma sürecini beraberinde getirir. PKK’nın 40 yılda yapamadığını, bu toplumsal ayrışmayı ve çatışmayı doğurur. Devlet ve millet olarak buna izin veremeyiz. Irak’ta ve Suriye’de iç savaş ve yabancı müdahale ile oluşan tablonun yakın bir gelecekte İran’da uygulanmak isteneceği açık. Türkiye, bir taraftan otoriterleşir ve diğer taraftan konfesyonist bir çizgiye kayarsa Ortadoğululaşır. Buradan gidilecek Suriye ve Irak örneklerinin yanı sıra Lübnan ve Yugoslavya örnekleridir.
Türkiye’nin ihtiyacı olan çağdaş ve Batılı demokratik değerlerdir; ortak milli kimliktir, laiklik vazgeçilmezdir. Etnik kimlikler arasında gücü dağıtarak, laiklikten vazgeçerek, Cumhuriyet değerlerini yıpratarak 100 yıllık barışımızı yok ederiz. Onun yerine Osmanlı Barışı diye bir hayal kurmak imkansızdır. Zamanın ruhu buna aykırıdır. Buradan gidilecek yer olsa olsa Sevr Barışı olur. Güncel ve popüler ifadeyle büyük resmi görmek gerekir. KCK’yı anlamadan PKK’nın tasfiye olduğunu düşünmek en azından yanlış bir analiz olacaktır. Bu noktada yapısal bir dönüşüm söz konusudur. Türkiye’nin Suriye’deki fiili durumu kabullenmesi istenmekte diğer taraftan da kimliksel haklar tanınması istenmektedir. Bu Türkiye’nin milli bütünlüğünün kilit taşını çekmek manasına gelecektir. İhtiyacımız olan kimliksel haklar değil bütünsel bir demokrasi ihtiyacıdır. Kuvvetler ayrılığına dayalı, yürütmenin karşısında yasama ve yargının denge oluşturabildiği çağdaş bir demokrasidir. Ayrıca kalkınmak, sosyal adaleti sağlamak, ekonomik krizden çıkmak ve mülteci gerçeği karşısında çözüm üretmek gibi acil bir görevimiz vardır.