Osman Bölükbaşı da parti genel başkanı olarak hapse girmişti Osman Bölükbaşı da parti genel başkanı olarak hapse girmişti

İkinci Meşrutiyet, Hürriyetin ilanı, istibdadın sonuydu. Ancak 1918 sonunda Vahdettin, mutlak monarşiyi yeniden ihdas etti. Meclisi dağıttı ve tekrar toplanmasına ilişkin verdiği tarih, barış antlaşmasından sonrasıydı. Onun aklından geçen ağır barış antlaşması koşulları dolayısıyla Meclisin itirazını ve ayak bağı olmasını önleme peşindeydi. Mondros sonrasında Sevr kapıdaydı. Ancak Vahdettin, İngilizci politikalarla süreci hafifletebileceği fikrindeydi. Bu onu ihanete kadar götürdü. Vahdettin’in mutlak monarşisine karşı Anadolu’da ortaya çıkan örgütlenmeler, hakimiyeti milliye esasına dayanıyordu. Atatürk’ün öncülük ettiği ve yerel hareketlerin ulusal temelde birleşmesinde ana ilke halka dayanmaktı. Nitekim Amasya Genelgesi’nde bu açık bir şekilde ifade edilmişti (21-22 Haziran 1919):   

“Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”.

İkinci Meşrutiyet’in şiarı hürriyet idiyse Atatürk’ün öncülük ettiği Milli Mücadele ve ardından Cumhuriyet Devrimi, hakimiyeti milliye esasını şiar edindi.

Birinci İnönü Zaferi’nin kazanılmasının hemen ardından, 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1921 Anayasası’nın birinci maddesi, “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” demekteydi. Bu madde ile egemenlik gökten yeryüzüne iniyor, Tanrı’dan millete geçiyordu. Aslında bu ümmetten millete geçişin önemli kilometre taşlarından biriydi. Gerçekten de milliyetçilik, laiklik ve ulusal egemenlik kavramlarının bileşiminden demokrasiye varılabilirdi.

Birinci Meclis, Vahdettin’in mutlak monarşisi karşısında tam anlamıyla Meclis üstünlüğü sistemini, bütün gücün Meclis’te toplandığı bir sistemi, Fransız Devrimi’ndekine benzer bir Kurucu Meclis sistemini temsil etmekteydi. Dolayısıyla iki sistem birbirinin tam anlamıyla zıttı idi. Şüphesiz İstiklal Savaşı her şeyden önce bir bağımsızlık savaşıydı ancak bu süreç bütün gücü kendisinde toplayan demokratik bir Meclis ile yürütüldü. Bu, onu tüm dünyadaki bağımsızlık savaşlarından apayrı bir yere taşımaktadır. Dolayısıyla bizim Gazi Meclis’imiz, vatan kurtaran ve devlet kuran bir Meclis’ti.

Kurtuluşu takip eden süreçte yine Meclis’e dayanarak arka arkaya devrimler gerçekleştirildi. Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılarak önce monarşi kaldırıldı ve ardından Cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Türk tarihinin en büyük devrimi gerçekleştirildi. Onunla eş zamanlı olarak Öğretim Birliği Kanunu çıkarıldı, medreseler kapatıldı. Ordu ve Din kurumları bakanlık statülerini kaybettiler, başkanlık (Genelkurmay Başkanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı) olarak yeniden yapılandırıldılar. Böylece siyasetin ve hükümetin dışına çıkarıldılar. Ancak laikleşme yolunda bu büyük adımlar atılırken yeni kabul edilen Anayasa’da (1924 Anayasası) devletinin dininin İslam olduğu belirtilmekteydi. Aslında laiklik ve ulus-devlet yolunda adımlar atılırken bunun geçici olduğu açıktı. Atatürk, pek devrimi kademeli olarak gerçekleştirdi. Bu da onlardan biriydi:

Madde 2: Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır; resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.

Kemalist kadronun iktidarının pekiştirmesinin ardından 1920’lerin ikinci yarısında toplumsal hayata dokunan daha köklü değişiklikler yapıldı. Bunlardan biri Hukuk Devrimi bir diğeri de Harf Devrimi’dir. 10 Nisan 1928’de Anayasa’da yapılan değişiklikle, söz konusu ikinci madde şu şekilde yenilendi:

Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.

Anayasanın ikinci maddesine yönelik son değişiklik ise 5 Şubat 1937 tarihinde yapıldı:

Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.

1924 Anayasası’nın 3. ve 4. maddeleri ulusal egemenliğe ve ulusal egemenliğin Meclis eliyle kullanılacağına dairdir. Hakimiyeti milliye, idare-i şahsiye kabul etmiyordu:

Madde 3: Hâkimiyet bilâ kaydü şart Milletindir.

Madde 4.- Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder.

Görüldüğü giib laiklik ve ulusal egemenlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ülkeyi yönetirken gücünüzü nereden alacaksınız? Egemenlik ilahi mi, milli mi olacak? Tarih boyunca bunun mücadelesi yaşandı. Biz bu süreci devrimle ve Cumhuriyetle daha hızlı ve kolay atlattığımız için pek de kıymetini bilmiyoruz. Laiklik ve ulusal egemenlik olmadan, demokrasi olmuyor. Bunun için de önce milletleşmek gerekiyor. Her şeyin başı özetle millet olabilmek. Bu noktada laiklik son derece önemli. Ümmet değil de millet olmanın yolu laiklikten geçiyor.

1938’de, Atatürk’ün vefatından kısa süre önce yayınlanan On Beşinci Yıl Kitabı’nda laiklik hakkında şunlar söyleniyor:

“Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müsbet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe Laiklik derler. (…)

… Cumhuriyetin şer’i mahkemeleri kaldırarak ve medeni kanunu koyarak adli birliği, medreseleri ilga ederek tedrisat birliğini yapması; cemiyetin yetiştirici ve yaşatıcı şartları arasında dininin tesirini kaldırması demektir. Böylece amme haklarının en mühimlerinden biri olan vicdan hürriyeti, Laiklik sayesinde en geniş ve ideal bir şekilde temin edilmiştir. Bir cemiyetin üstünlüğü ve medeniliği için birinci şart olan vicdan hürriyeti, her ferdi manevi hususlarda kendi idrak ve imanına bırakarak ferdi inanışla devletin ve cemiyetin umumi yürüyüşünü köstekleyici bütün bağları koparıp atmıştır.

Milli ve içtimai hayatta ferdin, dinsiz, şu veya bu itikat sistemine mensup oluşu; milli ve içtimai vazifesi bakımından ne bir kusur, ne de bir fazilet sayılamaz. Türkiye’de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, Laikliğin ilan olunduğu andan itibaren hiç kimse, hiçbir ibadete icbar edilemez ve hiç kimse, vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten men olunamaz.

Bu geniş ve yüksek anlayışın hududu içinde köhne, yıpratıcı ve en yüksek içtimai heyetleri bile sükut ettirici tekke, tarikat gibi irticai zihniyet mümessillerinin girmesine tabiatıyla imkan yoktur. Nitekim Anayasamızda bu esas kesin bir ifade ve hüküm ile tesbit edilmiştir”.

1923’te Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken önümüze üç hedef koymuştu: Demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuk devleti. Bu üç hedefe ulaşmada noktasında 1908’de hürriyetin, 1923’de cumhuriyetin ve 1950’de demokrasinin ilanı önemli aşamalar oldu. Ancak halen gidilecek yolumuz var. Bu yolda gideceksek hem Türk milli kimliği etrafında birleşmeye ve hem de laikliğe ihtiyaç var. Onlar olmadan bu hedeflere ulaşmak mümkün değil.