Çağdaş demokrasilerin temeli kuvvetler ayrılığına dayanır. Yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerinden bağımsız olmaları ve ama birbirlerini dengelemeleri ve denetlemeleri (check and balances) esastır.
Kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerin dışında kuvvetler birliğine dayanan sistemler de vardır. Kuvvetler birliğine dayanan hükümet sistemlerinde yasama ve yürütme tek elde toplanır. Bunun iki şekli vardır: Birincisi yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme organının elinde toplanması şeklindedir. İkincisi ise yasama ve yürütme yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır.
Yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme organının elinde toplandığı sistemlere mutlak monarşi ya da diktatörlük denilmektedir. Diktatörlük sistemlerinde yargı yetkisinin yürütme organında toplanması söz konusu da olabilmekteydi. Bu hükümet sisteminin demokratik olmadığı açıktır.
Kuvvetler birliği sisteminin ikinci versiyonu, yasama ve yürütme yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır. Meclis hükümeti denilen bu sistemde yasama organı hem yasama işlevini yerine getirerek kanun yaparken hem de kendi çıkardığı kanunları uygulamaktadır. Bazen Meclis, yasama ve yürütmenin yanı sıra yargı yetkisini de üstlenebilmektedir. Bunun tipik örneği Birinci Meclis’in İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de üzerine almasıdır. Bu uygulama, İkinci Meclis eliyle 1927 yılına kadar da devam etti.
Meclis Hükümetinin genel olarak olağanüstü ve sorunlu dönemlerde uygulandığı görülmektedir (İstisnası bunu kısmen uygulayan İsviçre’dir). Meclis Hükümeti sistemi, 1792-1975 yılları arasındaki Konvansiyon Meclisi’nde (Fransa) ve 1920-1923 yıllarındaki Birinci Meclis’te (Türkiye) uygulandı. 1921 Anayasasına göre yasama ve yürütme yetkisi TBMM’de toplanmıştı. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de dolaylı olarak elinde bulunduran Birinci Meclis, kuvvetler birliği sistemini bilinçli olarak benimsemişti. Bunun felsefi ve kuramsal temellerinin olduğu şüphesizdir. Atatürk’ün Russo’dan mülhem olarak dile getirdiği kuvvetler birliği meselesinin tarihsel referans noktası da Fransız Devrimi’ndeki Konvansiyon Meclisi idi. Ayrıca yakın dönem Türkiye/Osmanlı tarihindeki deneyim de bunu zorunlu kılmaktaydı. Çünkü yürütme gücünü elinde bulunduran II. Abdülhamit yasama organı olan parlamentoyu feshetmişti. Vahdettin ise 1918 ve 1920’de iki kez parlamentoyu dağıtmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde de İttihatçılar -özellikle 1912 sonrasında- parlamento üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardı. Tüm bunlardan ders çıkaran Birinci Meclis, kendi üzerinde hiçbir güç tanımadığı gibi kıskanç bir şekilde bütün gücü elinde toplandı. Bu haliyle durum aslında -Tarık Zafer Tunaya’nın deyimi ile- bir tür “meclis diktatörlüğü” idi. Tunaya, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Diğer bir neden de doğrudan doğruya Meclisin bir şahsın istibdadı altına girmemesi inancıdır. Bütün kuvvetleri kendinde toplamış olan Meclis, bu hususta çok kıskançtır. Bu görüşe sahip olanlar, eleştirilerini doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiler ve karşısında muhalefeti oluşturdular”.
Dışarıya karşı bağımsızlık, içeriye karşı egemenlik savaşı yürütülürken hızlı karar alınabilmesi açısından Meclis’in kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde gücü elinde bulundurması son derece doğaldı. İlave olarak Meclis’in egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutması, ona devrimci bir nitelik de kazandırıyordu. Çünkü Meclis bu haliyle, Padişah-Halife’nin üzerinde kendini konumlamış oluyordu. Söz konusu pozisyon da ona devrimci bir nitelik kazandırıyordu. Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bunu teyit etmektedir. Ancak devrimleri yapmak da kolay olmamıştır. Meclis’in gücü ve tavrı karşısında Mustafa Kemal Paşa devrimleri bölerek, zamana yayarak gerçekleştirme yoluna gitti. Saltanat ile Halifeliğin ikiye ayrılarak kaldırılmasının nedenlerinden biri kamuoyunu hazırlamaksa bir diğeri de Meclisi hazırlamaktı. 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi konusunda Meclis’in direnç göstermesi karşısında da kademeli bir sürecin benimsendiği görülmektedir. 1926’da Medeni Kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, ardından kadınlara 1930’da belediye seçimlerinde ve 1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
1924 Anayasa görüşmeleri sırasında Meclis, Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisi vermedi. Oysa Anayasa komisyonundan gelen tasarıda bu vardı ve Mustafa Kemal Paşa’nın talebi de bu yöndeydi. Tasarının 25. Maddesi şöyle idi:
Madde 25: Meclis kendiliğinden seçimin yenilenmesine karar verebileceği gibi, Reisicumhur da hükümetin görüşünü aldıktan sonra gerekçesini Meclise ve millete bildirmek şartıyla buna karar verebilir.
Milletvekillerinin büyük bir bölümü buna şiddetle karşı çıktı:
Reşat Bey: Arkadaşlar, bendeniz düşüncelerimi şöyle özetleyeceğim. Söyleyeceklerim uzundur. Fakat bazıları duygulanıyorlar, üzülüyorlar. Kesin kanaatim şudur ki örneğin Allah Reisicumhur olsa, kısaca ve kesin olarak söylüyorum (Haşa sesleri) Haşa… Melekler Bakanlar Kurulu olsa fesih yetkisini verecek yoktur. (alkışlar).
Mahmut Esat Bey: (…) Efendiler, en mutlak meşruti yönetimlerde bile Kral, hükümdar bir Ayan Meclisinin (Senato) onayını almak zorundadır. Nerede kaldı ki biz; cumhuriyetimizin en çağdaş bir şekilde olduğunu iddia ediyoruz. Ve ‘Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir’ diyoruz. Ve sonra bu kadar büyük bir kuvvet içinde seçtiği Reisicumhur yine içinden içinden seçtiği hükümetin onayını alarak feshedebilmektedir. (…)
Efendiler, iyi bir hükümet gelir, iyi bir reisicumhurumuz vardır. Bunlara uyar. Doğrudur. Fakat mesele bir reisicumhur meselesi değildir. Bütün bir Türk (milletinin) kaderi meselesidir. (Bravo sesleri).
Tasarıya itiraz edenlerin başında Mahmut Esat (Bozkurt) ve Şükrü (Saracoğlu) Beyler geliyordu. Bu nedenle Atatürk ikisini de Çankaya’ya çağırdı ve itiraz nedenlerini sordu. Sonunda ikna olarak, tasarıdan Cumhurbaşkanına TBMM’yi feshetme yetkisinin kaldırılmasını kabul etti. Ülkenin kurtuluşunun üzerinden bir buçuk yıl geçmeden Halaskar (Kurtarıcı) Gazi’ye, yürütme organına direnen bir yasama organından söz etmekteyiz. Bu gerçekten değerli ve saygın bir direniştir. Liderin bunu kabullenmesi de aynı ölçüde değerli ve saygındır.
Yukarıdaki sözleri Mart 1924’te söyleyen Mahmut Esat Bey, Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından 8 ay sonra Adalet Bakanı yapıldı (Kasım 1924).
1924 Anayasa tasarısı TBMM’de görüşülürken Cumhurbaşkanın nasıl yemin edeceğine dair madde yine milletvekillerinin şiddetli itirazı sonucunda değiştirilerek kabul edildi. Meclis, Cumhurbaşkanının yemin metnine, “milli egemenlik ilkesine bağlılık ve bunu savunma” ifadesini de ekledi.
Tek parti döneminde Meclis’in ağırlığı sistemde hep var olsa da Meclis üzerinde CHP egemenliği söz konusuydu. Bu durum DP döneminde de DP’nin egemenliğine dönüştü. Üstelik çoğunluk sistemin sağladığı ezici üstünlük var olan zayıf demokratik kültürü daha da tahrip etti. DP’nin Meclis’te sağladığı ezici üstünlük, DP liderlerinin ezici üstünlüğüne dönüşünce artık yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi değil, yürütmenin (Bayar/Menderes) yasamayı kontrolü ve etkisizleştirmesi söz konusuydu. İlave olarak DP’nin Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kurması –komisyona muhalefetten temsilci alınmaması- ve komisyona yargı yetkisinin verilmesi (hapis, parti kapatma, gazete kapatma…), yürütmenin gücünü daha arttıran uygulamalardı. Aslında mantık olarak Tahkikat Komisyonu’nun İstiklal Mahkemeleri’nden bir farkı yoktu. Ancak hem kurtuluş, kuruluş ve devrim dönemi bitmiş, hem de demokrasi dönemi başlamıştı. Bu dönemin ruhuna uygun bir uygulama değildi Tahkikat Komisyonu… Üstelik Birinci ve İkinci Meclis’ler (1920-1927), çok daha sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptiler. 1950’lerdeki gibi yürütmenin güdümünde değillerdi.
Sonuç olarak Türkiye kuruluş sürecinin sonrasında çok partili yaşama geçerken kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme ihtiyacı mevcuttu. Tek parti yönetiminden çıkıp demokrasi devrimini gerçekleştirmenin onuru İnönü ve CHP’ye aittir. Bununla birlikte hem çoğunluk sisteminde ısrarcı olmak (nispi seçim sistemini kabul etmemek) ve hem de kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme yapmamak CHP iktidarının eksiği ve hatası idi. Gerçi CHP demokrasiyi güçlendirici değişiklikler yapma planını 1950 seçim beyannamesine almıştı:
“1. Demokrasi yolunda cesaretle mesafe alırken, bütün vatandaşları her türlü haklarından, can, mal ve mülkünden emin olarak, dirlik ve düzenlik içinde yaşatmak baş kaygımızdır.
2. Çok partili serbest münakaşa hayatını ve milletin seçtiği vekillerle idare sistemini daha da kuvvetlendireceğiz.
3. Bu maksatla Anayasamızı sağlam bir garp demokrasisinin temel prensiplerine göre değiştirmek istiyoruz. Milletvekillerinden mürekkep bir meclisten başka, ikinci bir meclis, bunların vazifeleri, birbiriyle münasebetleri, Devlet Reisinin vazife ve salâhiyetleri ele alınacak başka konular olacaktır. Meselenin halli işini, seçimlerden sonra toplanacak CHP Kurultayına sunmak kararındayız.
4. Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik umdeleri Partimizin ana prensipleridir. Yurdumuzun yükselip gelişmesinin bu düsturlar yolundan gerçekleşebileceğine inanmaktayız. Tek parti devri hayatının icabı sayılarak Anayasa’ya sokulmuş bu 6 umdeyi Anayasa’dan çıkaracağız. Bununla beraber Anayasa’ya laik Cumhuriyet rejiminin korunması için gerekli kayıtların konması lazım geldiği kanaatindeyiz”.
6 ok’u Anayasadan çıkarmak, ikinci bir meclis (Senato) kurmak gibi değişikleri CHP’nin 1950 sonrasına bırakmaması, 1946-1950 döneminde gerçekleştirmesi gerekirdi. Nitekim CHP’nin vaatlerini gerçekleştirmesi iktidarı kaybetmesi dolayısıyla mümkün olmadı. Demokrasiyi takviye edici uygulamaların -kuvvetler ayrılığı da dahil olmak üzere- gerçekleşmesi askeri darbe döneminde mümkün olabildi. Ancak bir kere askeri darbe geleneğinin önü açıldı; üstelik hem idamlarla toplumsal kutuplaşma daha da tırmandırıldı ve hem de yapılan düzenleme önceki döneme tepki niteliği taşımaktaydı, uzlaşma eseri de değildi.
Özetle Türkiye, kuvvetler ayrılığına dayalı çağdaş bir parlamenter demokrasiyi yeniden kurmalıdır. Geçmişte gücün Meclis’te toplandığı, yasama organının yürütmeyi de bünyesinden barındırdığı kuvvetler birliği sistemi görece anlaşılabilir bir sistemdir. Kuvvetler birliğinin Meclis’te toplandığı sistemle kuvvetler birliğinin bir şahısta/yürütme organında toplanması aynı şey değildir. Birincisi görece –risklerine rağmen- demokratik olabilirken ikincisinin demokratik olabilme ihtimali yoktur. Anayasa hukuku kitapları böyle yazıyor; tarihsel veriler bunu söylüyor. Şunu da unutmamak gerekir ki özgür ve demokratik bir toplum inşa etmek için yasalar yeterli değildir; toplumun demokrasiyi, özgürlüğü talep edecek bir dinamizme ve kuvvetler ayrılığını destekleyecek bir kurumsal altyapıya sahip olması zorunluluktur.
Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyet’i/Devleti kuran bizde Meclis’tir. Ortada savaş yöneten ve kazanan, devlet kuran bir Meclis, bir Gazi Meclis vardır. Bu Meclis, gücü hiç kimseyle paylaşmamıştır. 100 yıl önce sistemin merkezinde Meclis vardı, mevcut sistemin merkezinde Meclis yoktur. İkisi arasındaki farkı görelim.
Tarihimizdeki anayasalar içerisinde iki sivil yani TBMM tarafından hazırlanan anayasa vardır. Bunlardan birincisi 1921, ikincisi 1924 anayasasıdır. Sivil anayasa vurgusu yaparken kuvvetler ayrılığına, demokratik niteliğe de vurgu yapmak gerekir.
HDP eş başkanı Sancar’ın “1921 Anayasasının 100’üncü yılı. Bu anayasanın iki temel özelliği var. Biri çok güçlü parlamento diğeri de çok güçlü yerel yönetim sistemi. Bu iki ilkeyi bugün anayasa tartışmalarında veya sistem tartışmalarında ilham kaynağı ve bir müzakere zemini olarak ele almayı öneriyoruz” ifadesinden anladığım, 1921 anayasasından bir özerklik çıkarma çabasıdır. Oradaki şura yönetimleri tanımlamasından anlam çıkarma çabasıdır. Ancak bu boşuna bir çabadır. Üstelik 1921 anayasası bir çerçeve anayasası niteliğindedir.
Kuvvetler birliği eleştirilerini 1921 ve 1924 anayasalarına dönüyoruz diyerek aşma çabası stratejik olarak işe yarayabilir ancak gerçekçi değil. Türkiye’nin kuvvetler ayrılığına dayanan ve sistemin merkezine parlamentoya alan yeni bir reforma ihtiyacı var. Bizi diğer ülkelerden ayıran özellik, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve devleti kuranın da Meclis olmasıdır. Sistemin merkezinin Meclis ve kuvvetler ayrılığı olmasına ihtiyaç var. Ancak bu, uzlaşma ve demokrasi kültürüyle desteklenirse başarılı olabilir.