ÖZEL HABER

Cumhuriyetin kuruluşunda izlenen yöntem

Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı için söylediklerini dikkate alarak yola devam etmeliyiz...

Abone Ol

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, dünyada muhtemelen insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde (1914-1945), iki dünya savaşı, kapitalizmin tarihinin en büyük ekonomik krizi ve soykırım yaşandı, on milyonlarca insan öldü. Dünyanın büyük bir bölümünün sömürge olduğu bu dönemde, Batılı ülkelerde de otoriter ve totaliter rejimler yaygınlaşmıştı. Demokrasi gerilemişti. Hitler, Mussolini, Stalin, Franco, Salazar ve başka birçok diktatör dönemin dünyasına egemen oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen devletlerin ödediği ağır bedeller, toprak kayıpları ve ekonomik yükümlülükler sonraki revizyonist politikaları tetikleyen nedenlerin başında yer almaktadır.

Türkiye de Birinci Dünya Savaşı’nda yenildi ve işgale uğradı. Mondros Ateşkes Antlaşması (1918) ile Sevr Barış Antlaşması’nı (1920) imzalasa da, Anadolu’da örgütlenen ve Ankara’da oluşturulan direniş merkezi yeni bir hükümet kurarak Atatürk’ün liderliğinde başarılı bir bağımsızlık savaşı yürüttü. Mondros’un yerini Mudanya (1922), Sevr’in yerini Lozan (1923) aldı. Yürütülen bağımsızlık savaşı, bir tür koalisyon olarak tanımlanabilir. Bu koalisyonun bir tarafında asker-sivil bürokrasi/aydınlar diğer tarafında da eşraf vardı. Asker-sivil bürokrasi/aydınlar da kendi içerisinde homojen değildi. Türk Kurtuluş Savaşı’nın A Takımı olarak tanımlanan kadro başlangıçta 5 kişiydi (Atatürk, Karabekir, Cebesoy, Orbay ve Bele). Bu kadronun ortaya çıktığı ve birlikte hareket etmeye başladığı tarih 1919’dur. A Takımı’na 1920 yılının ilk aylarında iki isim daha eklendi: İnönü ve Çakmak. Dolayısıyla sayı 7’ye ulaştı. Bu kadroyu bir araya getiren tehlikeye düşen vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı idi. Mondros sonrasında yaşanan işgaller, elde kalan son toprak parçasının da elden çıkmakta oluşu ve kapıdaki Sevr, işbirlikçi Padişah ve Hükümetine rağmen direnişi zorunlu kıldı. İlk 5 kişilik kadro, daha başlangıçta fikir ayrılıklarına düştü. İtilaf devletlerine, Padişah ve Hükümetine gösterilecek tepkinin düzeyi ve yürütülecek mücadelenin sertliği/yumuşaklığı, köktenci boyutu birtakım anlaşmazlıklara yol açtı. Arkadaşları ellerinden geldikçe Atatürk’ü frenlemeye gayret ettiler. Onların ılımlı tavrı Atatürk’ü rahatsız etse de, bir denge siyasetiyle işler yürümeye devam etti. Öncelikli konu, işgallere karşı direnişi örgütlemek olduğu için ortaya çıkan anlaşmazlıklar –yürütülen mücadeleye zarar vermemek adına-, büyütülmeyerek bir şekilde ya çözüldü ya da ileriye ertelendi.

Tam bağımsızlığı elde etmek için girişilen Milli Mücadele’nin ardından, bağımsızlığı korumak ve daimi kılmak için çağdaşlaşma hareketine yönelen Türkiye’de bağımsızlığı sağlayan Müdafaa-i Hukuk hareketi ve çağdaşlaşmaya yönelen de Müdafaa-i Hukuk hareketinin dönüşümüyle ortaya çıkan Halk Fırkası oldu (1923). Halk Fırkası Tüzüğünün birinci maddesi, ulusal egemenlik kavramının hakim kılınması (demokrasi), Türkiye’nin çağdaş bir ülke haline getirilmesi ve her şeyin üzerinde kanun üstünlüğünün sağlanması (hukuk devleti) amacıyla kurulduklarını belirtmektedir. Bu amaçları gerçekleştirmek için girişilen köktenci/radikal modernleşme hareketi, barışçı (içeride ve dışarıda) ve laik milliyetçi politikaları benimsedi. Geleneksel kurumları tasfiye ederek yerlerine modern toplumun kurumlarını getirmeye yöneldi. Bunu yaparken bağımsızlık savaşını kazanmanın ve bu savaşın liderinin karizmasını da kullandı. Köktenci ve hızlı değişim, modernleştirici iktidarın yerini sağlamlaştırmasına da bağlıydı. Modernleştirici önderliğin iktidarını sağlamlaştırması da öncelikle orduya egemen olmaktan ve ordunun desteğini almaktan geçiyordu. Nitekim Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı olması ve Türk Devrimi’nin köktenci eğilimlerinden rahatsız olan Karabekir, Cebesoy ve Bele gibi paşaların ordudan uzaklaştırılarak muhalefetin sivilleştirilmesi (TpCF) ve ardından siyasal yaşamın dışına çıkarılmaları ile ordunun desteği tam olarak elde edildi. Çakmak’ın 20 yıllık Genelkurmay Başkanlığı modernleştirici kadronun orduya sırtını dayamasını sağladı. Modernleştirici kadronun bir diğer önemli adımı da din adamlarını kontrol altına almaktı. Normal şartlarda Diyanetin genel idare içerisinde yer alması laiklik açısından hiç şüphesiz sakıncalıdır. Devrimler gerçekleştirilirken ordunun denetim altına alınması ve desteğinin sağlanması gibi, Diyanet de modernleştirici önderliğin kontrolüne alınarak laikleşme, laik bir Türk milli kimliği yaratma politikalarına direnç göstermesi önlendi. Fevzi Çakmak’ın 20 yıllık Genelkurmay Başkanlığı gibi Rıfat Börekçi’nin de 17 yıl –vefat edene kadar- Diyanet İşleri Başkanlığında kalması (1924-1941), modernleştirici önderliğin kışlanın ve camiinin desteğini sağlaması noktasında son derece önemlidir. Modernleştirici önderliğin iktidarını pekiştiren üçüncü kurum da parti genel Başkanlığı ile desteklenmiş Cumhurbaşkanlığıdır; diğer deyişle partili cumhurbaşkanlığıdır. Atatürk’ün yakın arkadaşları, Atatürk’ten Cumhurbaşkanı olmasının ardından siyaset üstü kalmasını ve parti mücadelelerine karışmamasını istemişlerdi. Oysa böyle bir durumda rakiplerinin Başbakan İnönü’yü kolayca alt etmeleri mümkündü ve Atatürk’ün sıradan bir Cumhurbaşkanı olarak devrimleri gerçekleştirmesi de mümkün olmazdı. Dönemin tek partisine genel başkan olarak hakim olmak Atatürk’e büyük bir güç sağlamıştı. Şüphesiz O, Milli Mücadele’nin karizmatik lideri, Halaskar Gazi’si olarak da büyük güce sahipti. Ancak manevi gücü, maddi vasıtalarla desteklemek devrimlerin yapılmasını kolaylaştırmış, çağdaşlaştırıcı kadronun iktidarını pekiştirmiştir.

Ayrıca meclis üstünlüğü ve kuvvetler birliği sistemi devrimlerin yapılabilmesi için hukuki ortamı sağladı. Ancak bu ortamın güç ile de desteklenmesi bir zorunluluktu. Atatürk’ün Milli Mücadele’nin lideri olarak sahip olduğu karizmatik güç (Halaskar Gazi) soyuttu ve bu soyut gücün devrimlerin yapılabilmesi açısından somut bir güce de dayanması gerekmekteydi. Bu noktada partili Cumhurbaşkanlığı, daha açık ifade etmek gerekirse Cumhurbaşkanının aynı zamanda Parti Genel Başkanı olması ve dönemin tek partisine hakim olması, O’na yasama ve yürütme gücünü kullanabilme imkanı sağladı. Bunun yanı sıra din ve ordu kurumlarının az gelişmiş Batı dışı toplumlarda son derece ciddi bir gücünün olduğu ve aynı zamanda muhalefet odağı da olabileceği açık bir gerçektir. Bu nedenle de bu kurumların öncülüğünde bir karşı devrim hareketiyle modernleştirici önderliğin tasfiye edilebilmesi mümkündü. Atatürk bu kurumların da desteğini alarak modernleştirici önderliğin iktidarını pekiştirmiş, devrimlerin yapılabilmesini görece kolaylaştırmış ve doğabilecek muhalefeti de önceden etkisizleştirmiştir. Bu noktada Osmanlı tarihinden ve özellikle de İkinci Meşrutiyetten dersler çıkarıldığı görülmektedir. Ordunun siyasetin dışına çıkarıldığı ve Mareşal Fevzi Çakmak eliyle denetlendiği, din adamlarının da Rifat Börekçi üzerinden kontrol altında tutulduğu unutulmamalıdır. Nitekim her iki isim de uzun yıllar görevde kalmış; Börekçi öldüğü 1941 yılına kadar, Çakmak ise yaş haddinden emekli edildiği 1944 yılına kadar görevde kalmıştır. Dolayısıyla bu noktada Atatürk ve İnönü dönemlerinin sürekliliğine vurgu yapmak anlamlı olabilir. Başta Atatürk olmak üzere kurucu kadronun benimsediği yöntem, günümüzde liberal-muhafazakar ve liberal sol çevrelerde eleştiri konusu olabilmektedir. Oysa tam da bu boyutu dolayısıyla Türk Devrimi başarılı olmuş ve ilerici bir misyon üstlenebilmiştir. Bu dayanak noktaları olmamış olsaydı tarafsız bir Cumhurbaşkanıyla -tüm karizmasına rağmen-, devrimi gerçekleştirmek mümkün olmazdı. Yine bu noktada ne laiklik ne Cumhuriyet ne de seküler bir Türk milli kimliği inşasını gerçekleştirmek hayalden öteye geçmezdi. Erken Cumhuriyet döneminin bu özellikleri, o döneme ilerici ve devrimci bir kimlik kazandırmıştır.

Son on yıllarda Türkiye’de siyasal sisteme yönelik değişiklikler Cumhuriyetin ilk yıllarındakine benzer yöntemlerle yapıldığı dikkatli bir gözlerden kaçmayacaktır. Ancak bu yapılan değişikliklerle Cumhuriyetin kurucu değerlerinden uzağa düşüldüğü açık bir gerçektir.

Burjuvazinin ve orta sınıfın gelişemediği Batı dışı toplumlarda çağdaşlaşma/modernleşme hareketi bunların yerine Bürokrasi eliyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Nitekim Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Türk Devrimi de böyledir. Atatürk hem bağımsızlık savaşının hem de uygarlık savaşının lideridir. Onun yaptıklarının genişliği ve kapsamına dünyada başka bir devrimci lider sahip değildir. Dolayısıyla Atatürk, tarihte milletine en çok hizmet eden liderlerin başında gelmektedir. Türk Devrimi, ümmet anlayışına dayalı bir ümmet toplumunu, modern bir laik millete dönüştürme amacını güttü. Yurttaş ve birey temelli bu dönüşümün gideceği yer Batılı demokratik bir Cumhuriyet’tir. Bu, halen ulaşılmayı bekleyen bir hedeftir; Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ulaşılması gereken bir hedeftir. Söz konusu hedefe ulaşacak olanlar da bizleriz. Bu demokratik cumhuriyetin, etnik ve dini kimliklere dayanan Irak ve Lübnan gibi konfesyonist Ortadoğu cumhuriyetine dönüşmesini önlemek de bizlerin elindedir. Bu noktada moral bozmaya gerek olmadığı fikrindeyim. Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı için söylediklerini dikkate alarak yola devam etmeliyiz:

"Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur".