ÖZEL HABER

Cumhuriyet Türkiye’sinin Filistin’e Yönelik İlgisi

Filistin meselesi kanayan bir yara olarak yaşamaya devam ediyor.

Abone Ol

Türk Kurtuluş Savaşı’nın A Takımı olarak tanımlanabilecek kadronun bir üyesi olan İbrahim Refet Bele, Atatürk gibi 1881 Selanik doğumludur. Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’le birlikte hareket eden Bele, savaşın bitiminin ertesinde köklü değişiklikler karşısında muhalif bir tutum sergileyerek Karabekir, Orbay ve Cebesoy ile birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı. Atatürk, İnönü ve çakmak’ın karşısında konumlandı. Partinin kapatılması ve İzmir Suikastı’nın ardından siyasal yaşamın dışına çıkarılan Bele ve Cebesoy ile Atatürk, 1930’lu yıllarda barıştı. Geri kalan isimlerle barışma sürecini tamamlayan İnönü oldu.  

1935-1939 yıllarında İstanbul milletvekili olan Bele, 1939-1943, 1943-1946 ve 1946-1950 seçimlerinde de İstanbul’dan milletvekiliydi. İnönü’nün daveti ile Ocak 1939’da CHP’ye katıldı. Diğer arkadaşları kadar aktif bir görev üstlenmedi. CHP iktidarının sonlarına doğru, 8 Nisan 1950’de Şemsettin Günaltay Hükümeti tarafından Beyrut’taki Filistin Mültecileri İstişare Komisyonu Türkiye Delegeliği’ne atandı. 1950 seçimlerinden önce DP’ye üye oldu ve DP’yi destekledi. Bu duruma rağmen CHP Hükümeti tarafından bürokratik bir göreve atanması kayda değerdir. Bele, DP iktidarı döneminde de bu görevde kalmaya devam etti. Hatta Bele, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında görevinde kalmaya devam etti. Türkiye’nin iktidarlar değişse de konuya verdiği önem ve atadığı isim değişmedi. Bu komisyon İsrail’in kurulması sürecinde yaşanan Arap-İsrail Savaşı sonrasında Filistinli mültecilere insani yardımda bulunmak amacıyla kurulmuştu.

19. yüzyılda yükselen milliyetçilik akımı ve Avrupa’daki antisemitizm bir Yahudi devleti kurulması hayallerini de beraberinde getirdi. 1880’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nin engelleme çabalarına rağmen Filistin’e özellikle Doğu Avrupa’dan Yahudi göçleri başladı.

1917 sonrasında Filistin’de kurulan İngiliz manda yönetimi ve bölgeye Yahudi göçünün artışı, Arapları huzursuz etti. Bu huzursuzluk tüm İslam dünyasına da yansıdı. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arap milliyetçiliğini kullanarak Osmanlı’ya karşı ayaklandıran İngilizler, Birleşik Arap Krallığı sözlerini de tutmamışlardı.

1936-1939 yılları arasında büyük bir Arap ayaklanması çıktı. İngilizlerin Filistin mandası altındaki toprakların bağımsızlığını isteyen ayaklanmacılar, Yahudi göçü ve toprak alımı yoluyla bir Yahudi devleti oluşturmaya yönelik çabaları da engellemeyi amaçlıyorlardı.

Filistin’in bağımsız ve İslami bir devlet olması için faaliyet gösteren Arap din adamı İzzeddin el-Kassam’ın 20 Kasım 1935 tarihinde öldürülmesi, Arap ayaklanmalarının tetikleyicisi oldu. Bugünkü Hamas'ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları adını İzzeddin el-Kassam'dan almaktadır. Kassam’ın öldürülmesinden sonra çıkan ayaklanmalar Kassamit ayaklanmalar olarak tanımlanmaktadır. Kudüs baş müftüsü ve Arap Yüksek Komitesi'nin kurucusu Emin el-Hüseyni 16 Mayıs 1936 tarihini "Filistin Günü" olarak ilan etti. Genel grev çağrısında bulundu. el-Hüseyni’nin eski bir Osmanlı subayı ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak İttihatçılarla bağı vardı ve onların örgütlenme deneyimini kendisi de Filistin davası için kullandı.  üyesi olan ve bir Genel Grev gerçekleştirilmesinin Emin el-Hüseyni’nin çağrıda bulunduğu genel grev, Nisan 1936’da başladı ve aynı yılın Ekim ayına kadar devam etti.  Ayaklanmaların nedenleri arasında Yahudilerin artan ekonomik gücü, artan kitlesel Yahudi göçü ve İngilizlerin Siyonist politikalara olan desteği gibi faktörler vardı. Bu destek çerçevesinde silahlı Yahudi polis gücü de oluşturulmuştu ve bu güç manda yönetimi tarafından da desteklenmekteydi. Arap ayaklanmalarının ilk aşamasında grevler ve siyasal protestolar ağır basmaktaydı. İlk ayaklanmalarda kentli bir nitelik baskın iken 1937 yılında başlayan ikinci aşamada köylülerin öncülük ettiği bir direniş hareketi ortaya çıktı. Bu kez İngiliz kuvvetlerine yönelik saldırılar da yapıldı. İngilizler ve Filistin manda yönetiminin polis gücü ayaklanmaları sertlikle bastırdı. El-Hüseyni bu süreçte Kudüs’ü terk etmek zorunda kaldı. Ayaklanmalar sırasında Filistin Arap erkek nüfusunun % 10’u öldürüldü, yaralandı, hapsedildi veya sürgün edildi. Yahudi nüfustaki kayıp ise son derece azdı. Dolayısıyla o dönemdeki Arap-İsrailli nüfus kaybı ile bugünkü arasında büyük bir benzerlik görülmektedir. Filistinli kaybı ile İsrailli kaybı kıyaslanmayacak düzeydedir. 

Nisan 1936’da olaylar başladığında Türkiye Cumhuriyeti’nin Kudüs Başkonsolosu Ahmet Umar (1934-1938) idi ve TC’nin resmi işleri için Kudüs-Nablus karayolunda seyahat etmekteydi. Bir grup Arap isyancının barikatında aracı durduruldu. Bu süreçte ateş de açılmış ve Türk diplomat hayatından endişe etmişti. Ancak Arap isyancılar konsolosun aracında dalgalanmakta olan Türk bayrağını görünce ateşi kesmiş ve yol açtıkları rahatsızlıktan dolayı özür dilemişlerdi. Bu şaşırtıcı ve hoş sürpriz Ahmet Umar’ı mutlu etmişti. Üstelik isyancılar olay sırasında oradan geçmekte olan birinin yaralanması üzerine, yaralıyı Umar’ın tahliye etmesine izin vermişlerdi. Umar’ın aracı hareket ettiğinde de “Yaşasın Mustafa Kemal! Yaşasın Türkiye!” sloganları atarak konsolosu uğurlamışlardı. Bu durumu başkonsolos Umar, Ankara’ya rapor etmiş ve yaşananlar Türk basınında yer almıştı. Cumhuriyet gazetesinde yer alan habere göre (13 Nisan 1936), bu “Maziden intikam” idi ve dün “kahrolsun” diyenler bugün “Yaşasın” diyordu. Bir başka haberde ise (Cumhuriyet, 25 Nisan 1936) İngilizlerin bölgeye Yahudileri taşıyarak “Araplarla Yahudiler arasında ebedi bir boğuşmanın tohumunu attılar”. Oysa Türkler yüzyıllar boyunca “Kudüs’te, hiçbir sızıltıya meydan vermeyen dürüst ve adil bir idare tesis etmişlerdi”. Birinci Dünya Savaşı’nda askerlerimiz İngilizlere karşı Kudüs’ü savunurken “bu şehrin hiç de şerif olmayan ahalisi, arkadan onlara ateş bile etmişlerdi. O zaman bu marifeti yapanların şimdi feci haline gülmek isterdik amma Türk’ün şeref ve asaleti buna manidir”. Bugün de Filistin meselesine geçmişteki Arap ayaklanmaları nedeniyle sempatik bakmayanlara, 1917’nin üzerinden 20 yıl geçmeden Kemalist Türkiye’nin bölgeye soğukkanlılıkla baktığını hatırlatmak isterim.

İsrail Devleti’nin Yahudilerinin Avrupa’da uğradıkları soykırım neticesinde kurulması kolaylaştı. Bu, 1948’de gerçekleşti. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra çıkan Arap-İsrail savaşlarından yerinden ve yurdundan olan Filistinlilere Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1949 tarihinde kuruldu. İşte Türkiye birkaç ay sonra bu kuruluşa Refet Bele gibi çok önemli bir ismi atadı. Dolayısıyla Türkiye’nin hem meseleye hem de Ortadoğu’ya verdiği önemi göstermesi açısından bu atama son derece önemlidir.

Yardıma ihtiyaç duyanların sayısı başlangıçta 500 bin civarındaydı. Sonraki süreçte yaşanan Arap-İsrail savaşları bu sayısı artırdı. 1980’lerin ortasında sayı 2 milyonu geçti. Filistinlilerin gittiği en yakın ülke Ürdün oldu. Ürdün, Filistin davasının olmasa da yerinden yurdundan edilen Filistinlilerin en büyük destekçisi oldu. Filistinlilerin sığındığı ikinci ülke Lübnan’dı.

Filistin meselesi kanayan bir yara olarak yaşamaya devam ediyor. Ulus devletler çağında dini ve etnik kimlikler temelinde bölünmek, etnik ve dini kimliklerde temelinde örgütlenmek ve devleti bu kimlikler arasında paylaştırmak Ortadoğu coğrafyasının en büyük zafiyetlerinden biri. Bu yapıyı aşamadığı sürece bu coğrafya kendi ortaçağından çıkamayacak. Ortaçağdan çıkamamak, Batı’nın bin yıl gerisinde kalmak demek. Türkiye, ümmetten ve etnik-dini kimlikler bataklığından ulus devlete geçerek ve çağdaş bir rota izleyerek, yurttaş ve birey temelli bir yol izleyerek kurtulmuştu. Çözüm yine Atatürk’ün çizdiği yol. Başka çıkış yok.