Osmanlı İmparatorluğu, Türk tarihinin en büyük imparatorluğudur. Bu şüphesiz geliştirdiği sisteme ve önceki Türk devlet teşkilatlanmasının ötesine geçmesine borçludur. Ancak nihayetinde Osmanlı da değişen dünya koşulları karşısında kendisini yenilemekte bir hayli zorlandı. Bu imparatorluk, bir Balkan imparatorluğu idi. Ağırlığı oradaydı. Yüzyıllar boyunca “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana) egemen oldu. Bu, milliyetçiliğin ve kapitalizmin olmadığı bir çağa aitti. Nitekim Fransız Devrimi siyasal açıdan, Sanayi Devrimi ekonomik açıdan ve Rusya’nın gelişip güçlenmesi de askeri açıdan Osmanlı’yı bir dağılma ve yok olma noktasına götürdü.

Ayrılıkçı milliyetçi akımlar ilk olarak Osmanlı topraklarında Balkanlarda görüldü ve ilk ayaklananlar Sırplar oldu (1804). Balkan milletleri Osmanlı’dan iki şekilde koptular. Bunlardan birincisi doğrudan kopuştur. Ayaklanmanın başarılı olmasıyla birlikte doğrudan bağımsız oldular. Bunun tipik örneği 1821 Mora isyanı sonrasında Yunan bağımsızlığıdır. İkincisi ise kademeli kopuştur; önce özerklik sonra bağımsızlık. Bunun tipik örneği de Bulgaristan’dır.

Geçtiğimiz günlerde dile getirilen, İttihatçıların iktidara gelmesine kadar Osmanlı toplumunun kardeşçe bir arada yaşadığı iddiası, gerçek dışıdır. Fransız Devrimi’nin hemen ardından ayrılıkçı ayaklanmalar başladı. Dolayısıyla İttihatçılık aslında ayrılıkçılığın sebebi değil, ayrılıkçı hareketlerin sonucudur. Onlara tepkidir, devleti kurtarma çabasıdır. İttihad-ı Anasır (Osmanlıcılık, farklı etnik unsurların birlikteliği) fikri aslında geleneksel millet sisteminin bir modern bir versiyonu olarak okunabilir. Nitekim Birinci ve İkinci Meşrutiyet parlamentolarında milletvekillikleri dinsel kimlikler arasında dağıtılmıştı. Günümüzde de Lübnan ve Irak’ta uygulanan sistemin ilk versiyonu Osmanlı parlamentosunda uygulandı. Bu, İttihatçıların hayal ettiği ittihadı (birliği) sağlayamadı aksine dağılma sürecinin hızlanmasına da katkı sağladı. Gerçi her koşulda dağılma kaçınılmazdı.

Balkan milletlerinin milli kimliklerini korumasında etkili olan unsurlardan biri de yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın asimilasyoncu politikalar uygulamaması ve milli kimliklerin korunmasına imkan sağlayan “millet sistemi” politikasını benimsemesiydi. Sözünü ettiğimiz Bulgarlar, Ortodoks olarak Fener Rum Patrikhanesine bağlı idiler. Bu onların tepkilerini de beraberinde getirdi ve milli bir uyanış açısından bir bilinç yarattı. Bulgarlar, neden Rum Patrikhanesine bağlı olsundu? 19. Yüzyılda milli uyanış çerçevesinde 1870 yılında Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi milli kiliselerini kurdular (Bulgar Eksarhlığı). Aslında Batı Avrupa’da 16. Yüzyılda milli uyanış süreciyle birlikte milli kiliseler (Protestan, Anglikan, Kalvinist…)  kurulmaya başlamış ve Vatikan’dan kopuş gerçekleşmişti. Milli kiliselerin ortaya çıkışı Osmanlı’da bir miktar daha geç gerçekleşti. Milliyetçilik düşüncesinin gelişiminin önemli kilometre taşlarından biri de buydu. Fransız Devrimi’nin de etkisiyle ortaya çıkan bu milli uyanış, Osmanlı’da Türkler arasında bir milli uyanışı da tetikledi. Ancak bu milliyetçilik geç ve ötekinin milli uyanışı karşısında bir tepki ve refleks olarak ortaya çıktı. Balkan milletlerinde milliyetçilik aydınlar, görece burjuva olarak tanımlayabileceğimiz kesimler ve hatta sıradan halk tabakaları arasında da yayılım gösterdi. Türkler arasında ise daha çok başta subaylar olmak üzere memurlar arasında kısmi bir uyanış gerçekleşti. Yaşanan travmatik olaylar Türklük bilincini biledi.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı için tam anlamıyla bir travma idi. Berlin Antlaşması ile Balkan topraklarının önemli bir bölümü kaybedildi. Bulgaristan özerk bir prensliğe dönüştü (1878). 30 yıllık özerklik sürece Bulgaristan’ın ayrılık sürecini ve milliyetçiliğini perçinledi. Osmanlı’nın neredeyse Balkanlar’da elinde kalan son toprak parçası Makedonya oldu. Üstelik aynı dönemde Makedonya için yoğun bir mücadele vardı. Bulgar, Rum ve diğer etnik unsurların komitaları (çeteleri/gerillaları) burası için hem kendi aralarında hem de Osmanlıya karşı mücadele ediyorlardı. Onlar Büyük Yunanistan, Büyük Bulgaristan için savaşıyorlardı. İşte İttihatçılık da bu topraklarda doğdu. İttihatçıların kutsal iki şehri, Selanik ve Manastır buradaydı. Onlar dağılmakta olan imparatorluğun Balkanlarda ellerinde kalan son toprak parçasını kaptırmamak, devleti kurtarmak için örgütlendiler. Balkan tarihiyle özdeş komitalarla mücadele ederken milli bilinçlerini geliştirdiler. Bu dönemin edebiyatına da yansıdı. Bunun en akıcı anlatıcılarından biri Ömer Seyfettin’dir. Onun kısa ve akıcı hikayeleri, Türklük bilinci uyandırmakta önemli rol oynadı. Kendisi de asker kökenli olan Ömer Seyfettin’in Bulgar milliyetçiliği ile ilgili Nakarat adlı hikayesini burada anmak isterim.

Ömer Seyfettin, 1884 doğumlu. 1893’te Askeri Rüştiye’ye girdi. Babası da subay olan Ömer Seyfettin buradan Edirne Askeri İdadisine girdi (1896). 1900’de buradan mezun olarak İstanbul’da Harbiye’de okumaya başladı. 1903’de Makedonya olaylarının tırmanması üzerine sınıfıyla birlikte erken mezun edilerek Makedonya’ya gönderildi. O tarihte 19 yaşındaydı. Ağustos 1903’ten Eylül 1904’e kadar burada kaldı. Kaldığı Manastır ve Selanik yakınlarındaki Pirlepe idi. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında da iki yıl kadar Makedonya bölgesinde kalan Ömer Seyfettin çete takibiyle uğraşan Osmanlı subayları arasındaydı. O da bölgedeki diğer genç subaylar gibi İttihatçıydı. Bölgedeki gözlemleri hikayelerinde kendini göstermektedir. Nakarat hikayesi de böyledir.

Mondros Ateşkes Antlaşmasının hemen öncesinde Ekim 1918’de yayınlanan Nakarat’ın hikayesi Osmanlı ordusunda görev yapan İstanbullu bir subayın 1903’teki günlüğünün notuyla başlar: 30 Kasım 1319, Pirbeliçe. 1903’te Osmanlı ordusu, Makedonya’daki olaylar ve saldırılar dolayısıyla bölgedeki çeteleri takip etmektedir. Dolayısıyla hikaye gerçeklerden yola çıkarak yazılmıştır. Hikayede anlatılan olaylar Kasım 1903-Mart 1904 arasında geçmektedir. Aslında bu tarih, Ömer Seyfettin’in Makedonya’da görev yaptığı tarihle ve hatta yerle örtüşmektedir. Pirbeliçe yakınlarındaki Babina’ya çete takibi için gönderilen kurmay olamamış Osmanlı subayı, burada çok güzel bir Bulgar kızıyla karşılaşmıştır. İşte öykü Osmanlı/Türk subayının bu Bulgar kızına olan aşkını anlatmaktadır. Bulgar kızının güzelliği ile büyülenen subay, her sabah kendisini gören Bulgar kızın Bulgarca söylediği şarkı dolayısıyla hayallere kapılır. Kızın kendisine aşık olduğunu ve aşk şarkısı söylediğini düşünür. Balkan komitacılığının en önemli unsurlarından olan Bulgar komitalarını takiple görevli bir Osmanlı subayının Bulgar kızına aşık olması söz konusudur. Kızla bakışmaları ve kızın şarkıları günlerce devam eder. Şarkının nakaratını, anlamını bilmeden subayın tekrarlamasından Bulgar kız çok memnun olur. Karşılıklı aşk şarkıları söyleniyor gibidir. Kızın memnuniyetini aşkına olumlu cevap olarak yorumlayan subayın keyfi yerindedir, hayallere kapılır.  Kız coşkulu bir şekilde “Naş, naş, Çarigrad naş” nakaratını söylemektedir. Subay ise bunu kendisine yönelik aşk nağmeleri olarak yorumlamaktadır. Onla uzaklara kaçmayı, ailesini, vatanını geride bırakmayı hayal etmektedir.

Subayımız Pirbeliçe’ye dönme emri alınca, bakıştığı ama tanışıp konuşmadığı kıza hediye vermek ister. Bu amaçla kız hakkında kiracısı olduğu evin sahibi ve oradaki tek bakkal dükkanının Bulgar sahibiyle ve çırağıyla kız hakkında konuşur. Kızın babası kilise papazıdır ve bir yıl önce komitacı olduğu için vurulmuştur. Bu kilisenin milliyetçi çizgisine de işaret etmektedir. Aşık olduğu kızın babasının Bulgar milliyetçisi olması, bizim Türk subayın kendi kimliğini sorgulamasına yol açar. Hayal aleminden gerçek dünyaya döner. Subayımız için son darbe kızın söylediği şarkının nakaratının Türkçe çevirisidir. Subayımızın aşk nağmesi sandığı sözler, Bulgar milliyetçiliğinin sembolü gibidir: “Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak” anlamına gelmektedir. Yunan milliyetçilileri nasıl Konstantin’in şehri İstanbul’u istiyorsa, Bulgar milliyetçileri de Çar’ın şehri (burada kasıt Bulgar çarıdır!) İstanbul’u istemektedir.

Ömer Seyfettin, Türk subaya bu durum karşısındaki duygularını şöyle söyletir:

“Ben ona neler düşünerek bakıyordum. O bana ne söylüyordu. O, benim için en büyük küfrü ederken, ben, Türk subayı, onun iri vücudundan, mavi ateş gözlerinden, geniş kalçalarından, şuh ellerinden başka bir şey görmüyor, ettiği ağır küfrü tatlı bir aşk şarkısı sanıyor, hatta nakaratını onunla beraber, bir ağızdan tekrarlıyordum.

(…) Karanlık merdivenlerden inerken, haberim olmadan ruhuma, vicdanıma vurulmuş zehirli bir kamçının öldürücü şakırtısını şimdi bütün çıplaklığıyla duyuyor gibi oluyordum: Naş, naş, Çarigrad naş…”

İşte Türk milliyetçiliğinin doğuşunu tetikleyen temel nedenlerden biri de buydu: Ötekinin milliyetçiliği… Buna benzer olayların gerçek yaşamda da o dönemde yaşanılması kaçınılmazdır. Bunları sadece Ömer Seyfettin’in kurgusu olarak görmek yanlış olacaktır.

Hikayenin sonunda hastalanan Türk subayı şunları söyler:

“İşte bir haftadır, Velmefçe Ormanları’nda, kendince mukaddes bir fikir ölen komite papazının o cesur kızıyla aramdaki farkı düşünerek yatıyorum”.

Balkan milliyetçilikleri ve özellikleri bunların büyük olma hayali, Fransız Devrimi’nin yanı sıra Türk milliyetçiliğinin doğuşunun nedenleri arasındadır. Diğer taraftan kurgulanan öyküdeki sıradan bir Bulgar kızındaki milliyetçi bilincinden bir Türk subayında olmayışı aslında gerçeklerle de örtüşmektedir. Bu noktada Bulgar milliyetçiliği Türk milliyetçiliğine nazaran daha erken ve daha tabana yayılmış durumdadır. Büyük bölüm eğitimsiz ve köylü olan Türk toplumunda milliyetçilik bir devlet kurtarma projesi olarak aydınlar, mektepli subaylar ve memurlar arasında bir silkiniş ve uyanış olarak çıktı. Bunda edebiyatın da büyük etkisi oldu. Bu noktada Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem gibi isimleri anmak gerekir.

Sonuç olarak Türkler milli kimliklerini unutsalar da birileri onların Türk olduklarını unutmaz ve gelip Türk olduklarını hatırlatırlar. Türk olduğumuzu unutmamak, Bulgar Nakarat’ını tekrarlamamak ve tarihten ders çıkarmak dileğiyle.