TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, 2 Nisan’da düzenlenen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı iftar yemeğinde yaptığı konuşmada “1921 Anayasası’nda olduğu gibi katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır. Bu bir fantezi değildir. Türkiye’nin demokratik standartlarının yükseltilmesi için bir zorunluluktur” dedi. Ondan iki yıl kadar önce de 28 Şubat 2022 tarihinde 6 muhalefet partisinin (Millet İttifakı mensuplarının) Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutabakat metninde tarihimizdeki anayasalara da değinilmişti. 1921, 1961 ve 1982 anayasalarına değinilirken 1921 Anayasası için “Bununla birlikte ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş de mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir” denilmişti. Anlaşılan o ki, iki yıl içerisinde Millet İttifakı mensuplarıyla Cumhur İttifakı mensuplarının 1921 Anayasası üzerinde bir mutabakat yakalamaları dikkat çekicidir.
Peki 1921 Anayasası nasıl bir anayasadır, bugün için bir geçerliliği var mıdır?
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihsel süreklilik bağlamında Osmanlı-Türk anayasaları içerisinde (1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982) en ayrıksı yere sahip olanı 20 Ocak 1921 tarihli 1921 Anayasası’dır. Bu anayasalar içerisinde TBMM tarafından kabul edilen sadece iki anayasa var: Birincisi 1921, ikincisi 1924 Anayasası. 1876 Anayasası bir padişah tarafından tebaasına lütfedilen bir fermanla ilan edilirken, 1961 ve 1982 anayasaları birer darbe anayasası idiler. Sözü edilen 5 anayasa içerisinde en kısa ve en kısa ömürlü olanı 1921 Anayasası idi; 23 + 1 (geçici madde), toplam 24 maddeden oluşmaktaydı. Klasik bir anayasadan farklı olarak sadece devletin temel kuruluş ilkelerini tanımlamaktadır. Bunun dışında bir anayasada olması beklenen hak ve özgürlükler bölümü, anayasanın nasıl değişeceği gibi ayrıntılar bulunmamaktadır. Bu durum anayasanın geçici niteliğinin de işareti gibidir. Ayrıca kendinden önceki ve sonraki anayasalardan büyük ölçüde ayrılmaktadır. 1921 Anayasası, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin anayasasıdır; ikili iktidar yapısının (Ankara ve İstanbul hükümetleri) yarattığı sorunlara hiç değinmeyerek ve hatta kısmen 1876 Anayasası ile birlikte işleyerek -ama büyük ölçüde onu etkisiz de kılarak- iktidara fiilen el koyan Birinci Meclis’in meşruiyet kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla yürütülen ulusal mücadele meşru temeller üzerinde ve bir anayasaya dayanarak yürütülmüştür. Birinci Meclis, vatanın bağımsızlığı için oluşturan bir koalisyon olduğu için rejimin ne olacağı konusu üzerinde bir uzlaşma beklenmemiş, hatta bundan özellikle -bir çatışmaya yol açmamak için- kaçınılmıştır. Bu dönemde temel amaç tam bağımsızlık ve Misakı Milli idealidir. Ancak onlar kadar özenilen bir başka konu da ulusal egemenlik olmuştur. Meclis bir tür “meclis diktatörlüğü” esasını benimseyerek, gücünü hiç kimseyle paylaşmamış, hatta kendi üzerinde hiçbir güç tanımamıştır. İşte bu haliyle Birinci Meclis, devrimci bir nitelik de kazanmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, 24 Nisan 1920’de Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü yaptığı konuşmada gücü tek elde toplamaya (Bu noktada gücü İstanbul’dan Ankara’ya aktarmakta ve diğer taraftan yürütülen mücadelenin tek bir organ eliyle yürütülmesinin kolaylaştırıcılığını hesap etmektedir) ve hükümet kurmaya yönelik bir konuşma yaptı. Bu konuşmaya dayalı olarak sonra yapılan düzenlemeler, ülkeyi parçalanmaktan ve yok olmaktan kurtarmak için bütün güçleri tek çatıda birleştirmek gerektiği fikrine dayanıyordu. Meclis, klasik parlamenter sistemden farklı idi; bir yasama ve denetleme organı olmanın ötesindeydi. Kongreler sürecinden beri devam ede gelen milletin kendi kaderini tayin etme sürecinin en ileri noktasını oluşturmaktaydı. Üstelik kendinden önceki ikili meclis sisteminden (Meclisi Mebusan+Meclisi Ayan=Meclisi Umumi) farklı olarak TEK ve BÜYÜK bir meclis idi. Üstelik saydığımız ve sayacağımız nedenler dolayısıyla Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kendinden önceki ve kendinden sonraki tüm meclislerden çok daha güçlüydü.
Birinci Meşrutiyet (1877-1878) deneyimi sürecinde II. Abdülhamit parlamentoyu uzun bir tatile göndermiş ve bir daha toplantıya çağırmamıştı. Aradan 30 yıl geçtikten sonra parlamentonun tekrar toplanabilmesi için İttihatçı kadroların dağa çıkıp II. Abdülhamit’i “hürriyetin ilanı”na zorlamaları gerekmişti. Cemiyeti Mukaddese denilen İttihat ve Terakki’nin elinden silahı bırakıp demokratik bir parlamenter rejime uyum sağlaması pek de mümkün olmamıştı. İkinci Meşrutiyet’in çoğulculuğu 1912 yılında bitmişti. Hatta daha öncesinde sıklıkla gazeteci cinayetlerinin (Ahmet Samim, Hasan Fehmi…) de yer aldığı siyasal iklim, siyasal çatışmanın, İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesinin yaşandığı bir dönem oluşmuştu. Üstelik ordu siyasetin tam da göbeğinde idi. Cemiyeti Mukaddese hep ön plandaydı. Meclis, hiçbir zaman Cemiyeti Mukaddese’nin yerine Meclisi Mukaddese olamadı. İttihatçılar, Meclisi baskıları altına aldılar. Aynı baskıya Padişah da maruz kaldı. İttihat ve Terakki’nin Merkezi Umumi’si ile Enver-Cemal ve Talat Paşalardan oluşan triumvira yönetimi ülke yönetimini fiilen ele aldılar. Hatta Birinci Dünya Savaşı’na girilirken bile Meclis’ten bir karar alınmadı; savaşa giriş bir oldubittiye getirildi.
Yerel seçimler sonrası olası senaryolar
Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle bitmesinin ardından Vahdettin de parlamentoyu iki kez dağıttı: Biri 1918 sonunda, diğeri 1920 bahar aylarında. İlkinde Meclisin İttihatçılardan oluşması ana gerekçeydi; ikincisinde ise Misakı Milli’yi kabul eden Meclis’in Sevr’i kabul etmeyeceği gerçeği idi. Bu bağlamda İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleriyle aralarında sorun yaratacak bir güç istemiyorlardı. İşgal güçleri ile işbirlikçi hükümet Meclis’i çalışamaz hale getirmiş ve dağıtmışlardı. İşte bu noktada Birinci Meclis, geçmişten ders çıkararak ne kendisini dağıtacak bir üst güç tanıdı ve ne de kendini etkisizleştirecek bir otorite (İttihatçıların yaptığı gibi) kabul etti. Daha dikkat çekici olan Meclis daimi olarak toplantı halindeydi, hep müteyakkızdı. Tatile girmeyen bir Meclis olması itibarıyla kendisinden önceki ve sonraki Meclislerden ayrılmaktaydı.
Birinci Meclis, kimsenin diktatörlüğünü kabul etmeyecek bir siyasal birikime ve deneyime sahipti. Eğer bir diktatörlük olacaksa bu bir şahsın değil bütün gücün toplandığı Meclis’in bizzat kendi diktatörlüğü olmalıydı. Belki de ilk ve son kez TBMM, Meclisi Mukaddese oldu. Üstelik Meclis üstünlüğü sistemi çerçevesinde ve bütün gücün Meclis’te toplanması, hem Kurtuluş Savaşı’nın hem de devrimlerin yapılmasını kolaylaştırdı. Bunun bilinçli bir tercih olduğu söylenmelidir. Dolayısıyla bu tarihsel miras ve güncel ihtiyaç, 1921 Anayasasının oluşumuna ortam hazırladı. Sonuçta 1921 Anayasası, olağanüstü şartlar (işgal ve direniş, İstanbul’la rekabet ve gücü oradan Ankara’ya aktarma) altında oluşturulan olağanüstü bir meclisin hazırladığı olağanüstü bir anayasadır.
Birinci Meclis’te 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında sıklıkla Fransa’ya ve İsviçre’ye göndermeler yapıldığı görülmektedir. Jön Türk hareketinden ve İkinci Meşrutiyet döneminden gelen milletvekilleri üzerinde Fransız Devriminin ve Konvansiyon Meclisinin etkisinin olması doğaldır. Mahmut Esat Bozkurt gibi İsviçre’de eğitimini tamamlamış isimler üzerinde de İsviçre siyasal sisteminin etkilerini görmek son derece olağandır. 1921 Anayasası tartışmalarında bu dış etkenler dikkat çekerken özgünlük iddiası da vardır. Bilindiği üzere bu Meclis’te siyasal partiler yoktu. Milletvekillerinin neye dayanarak seçileceği tartışma konusuydu. Siyasal partiler yerine milletvekillerinin çeşitli meslek grupları tarafından seçilmesi gündeme geldi. Özgünlük iddiasının tipik örneği Mesleki Temsil meselesidir. Dünyada –Batı’da- mesleki temsilin teorik olarak tartışıldığı ama uygulamasının Türkiye’de yapılacağı, bu sistemin daha demokratik ve halkın daha çok temsiline imkan sağladığı belirtilmişti. Mesleki Temsil ilkesini dile getiren isimlerden biri de Mahmut Esat Bozkurt’tu. Onun üzerinde de ciddi bir Fransa ve İsviçre etkisi olduğu Meclis’teki konuşmalarına yansımaktadır. Bunun dönemin Batı’daki sol düşünce dünyasının etkisiyle olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ankara’da Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin ana amacı Misakı Milli sınırları içerisinde tam bağımsızlığı elde etmekti. Yürütülen bağımsızlık savaşı konusunda Meclis’te bir mutabakat vardı. Siyasal çatışmalara yol açmamak adına da İkinci Meşrutiyet döneminin parti kavgalarından uzak durmak için Meclis’te siyasal partilerin oluşmasına izin verilmedi. Odaklanılan konu işgalci güçlerle savaşarak tam bağımsızlığı sağlamaktı. Bağımsızlık savaşını yürüten Meclis’ti. Bu noktada hem savaşı yürütebilmek ve hem de İstanbul’a karşı üstünlük sağlamak için bir devlet altyapısı da oluşturuluyordu. Ancak bu konuda çok temkinli davranıldığı, Meclis’in ana amaçtan uzaklaşmasına yol açmayacak bir pozisyon alındığı görülmektedir. Müdafaai Hukuk Grubu’nun bünyesinde oluşan Birinci Grup ve İkinci Grup, Meclis’te birbirine üstünlük sağlamaya çalışsa da ülkeyi kurtarma konusunda fikir ayrılığına sahip değillerdi. Meclis’te üstünlüğü elde tutmak, ülke kurtulduktan sonra rejimin ne olacağı ve ülkeyi kimin yöneteceği konusunda ayrılmaktaydılar. Hatta bu konuda Birinci Grup içerisinde de bölünme meydana gelecekti. Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalarla Rauf Bey’in kopması ve TpCF’yi kurması bu sürecin devamı niteliğindeydi.
Birinci Meclis’te ülkenin kurtulmasından sonra yapılacaklar konusundan uzak durulmaya gayret edildi ancak bu zaman zaman tartışmaların çıkmasına da engel olamadı. Bunlar kriz yaratacak boyuta geldiğinde ana hedeften uzaklaşılmaması için müdahale edilip (örneğin bizzat Atatürk’ün çeşitli müdahaleleri) tartışmalar sonraya bırakıldı. Bu bağlamda 1921 Anayasası’nın ayrıntılı bir anayasa olmasını, rejimin niteliklerini tüm yönleriyle ortaya koymasını beklemek gerçekçi olmayacaktır. O, tam da kendi döneminin koşullarının ürünü bir anayasadır.
Osmanlı-Türkiye tarihinde ilk anayasa, geç Osmanlı dönemine aittir. 1876 tarihli Kanunu Esasi, padişah tarafından atanan bir komisyon tarafından hazırlanmış ve yine padişah tarafından ilan edilmiş, “ferman” niteliğinde bir metindir. 1921 Anayasası ise hazırlanışı ve ilan edilişi itibarıyla kendinden önceki anayasadan farklı olduğu gibi, egemenlik anlayışı itibarıyla da ondan çok farklı bir niteliğe sahiptir. 1921 Anayasası, tarihimizde Meclis tarafından kabul edilen ilk anayasadır; onu takip eden 1924 Anayasası da TBMM tarafından kabul edildi. Bu iki anayasanın da Atatürk dönemine ait olması dikkate değerdir.
Mahmut Esat Bozkurt’a göre 1921 Anayasasının eksikleri vardı. Bu tespiti 1924 Anayasa hazırlığı sürecinde yapan Bozkurt, bu eksiklerin giderilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Ancak bu eksiklerin giderilmesi, kuvvetler birliğinden vazgeçerek ve milletin egemenlik hakkını kullanmasını zayıflatarak yapılamazdı. Kuvvetler Birliğinden vazgeçilmesi ihtilalin kazanımlarından vazgeçmek olurdu:
“Denebilir ki, kuvvetli bir hükümet lazımdır. Fakat kuvvetler birliği buna neden mani olsun?! Yine denilebilir ki Meclisin mutlak yetkilere sahip olması parlamento diktatörlüğüne varabilir. Bizde böyle bir şey olmadı. Tarihin kaydettiği diktatörlükler, istibdatlar, meclislerin değil, hükümetlerin hesabınadır”.
Aslında Bozkurt’un yaptığı bu tespit güncelliğini koruduğu gibi, aynı zamanda diktatörlüklerin yasama organından değil yürütme organından çıktığı gerçeğini de dile getirmektedir. Birinci Meclis’in üyeleri, tarihsel deneyimleriyle ve Batı’yı yakından tanıdıkları için 1921 Anayasası’nı hazırladılar. Her ne kadar Türk demokrasi tarihinin en kısa ömürlü anayasası olsa da 1921 Anayasası, ayrıksı yapısıyla dikkat çekici bir özelliğe sahiptir. Ayrıca güçlendirilmiş parlamenter sistem arayışında olanların ilk bakacakları yerler arasında Birinci Meclis ve 1921 Anayasasının olması doğaldır. Ancak bu anayasadan laiklik yok diye yararlanmaya çalışmak ya da yerel yönetimlere yönelik değinimi nedeniyle federasyon çıkarmaya kalkmak abesle iştigaldir. İlave olarak kuvvetler birliğine dayanan ve siyasal partilerin olmadığı bir anayasal sistem, bugünün dünyası açısından hem gerçekçi değildir ve hem de parlamenter demokrasiyle de bağdaşmayacaktır. Unutulmamalıdır ki Atatürk, bağımsızlık savaşının ardından çağdaşlaşma idealini gerçekleştirmek için hemen siyasal parti kurmaya girişmiştir.
1921 Anayasası Milli Mücadele’yi yönetmek için oluşturulan geçici ve bir geçiş anayasaydı. Bu anayasayı kalıcı hale getirmek hem üniter devlet yapısını zedeler hem de Cumhuriyetin olmadığı saltanat ve halifeliğin olduğu bir döneme, 1923 öncesine aittir. Üstelik bu dönemde laiklik de henüz ortada yoktur. Türk kimliği de ortada yoktur. Yeni bir anayasa yaparken 1923 öncesine düşmek Türkiye’yi Cumhuriyet kazanımlarının gerisine düşürme riskini de içinde barındırır. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan kuvvetler birliği değil, kuvvetler ayrılığına dayanan laik demokratik parlamenter cumhuriyettir.
Şubat 2022 tarihinde 1921 Anayasasını referans alan muhalefet partilerinin hazırladığı mutabakat metninde “herkesin kendi kimliğiyle toplumsal, siyasal, kamusal yaşama katılacağı bir sistem inşa edileceği” ifadesine yer verilmişti. Bu ifade ve 1921 Anayasasını referans alarak bir takım çabalara girişmek ümmet kimliği ile Türkiyeli kimliği arasında bizi bırakabilir. Bunun sonucu Balkanlaşma, Ortadoğululaşma ya da Lübnanlaşma olabilir. Oysa bizim ihtiyacımız olan seküler Türk kimliği etrafında bir entegrasyondur. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında otoriter bir rejim ile parçalanma riski arasında kalmak herhalde bize millet olarak yakışmaz. Bize yakışan Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’ndaki şu sözlerini haklı çıkarmak olacaktır:
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır”.
23 Nisan ulusal egemenlik bayramı yaklaşırken, vatan kurtaran ve devlet kuran bir Meclis olarak dünya tarihinde istisnai bir yeri olan Gazi Meclis’in eski ihtişamlı günlerine döndüğü, Türkiye’nin Atatürk’ün ideallerine ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine daha yaklaştığı bir bayram diliyorum.