3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırıldı. Halifeliğin kaldırılmasının 100. Yılındayız. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanunlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin üst yapısını şekillendirdikleri gibi Türkiye’nin laikleşmesinde ve ümmetten millete geçiş sürecinde en önemli kilometre taşları oldular. Bu kanunlar, halifeliğin kaldırılması, öğretim birliği ile diyanet ve genelkurmay başkanlığın yeniden yapılandırılmasına ilişkindi.
Halife kelimesi köken olarak sonra gelen anlamındadır ve Hz. Muhammed’in kurduğu İslam devletinde kendisinden sonra gelen devlet başkanını ifade etmektedir. İlk dört halifenin kısmen de olsa seçimle belirlenmesinin ardından Muaviye ile birlikte halifelik kurumu saltanata dönüştü; babadan erkek evlada geçti. Önce Emevi sonra Abbasi hilafeti arka arkaya yaşandı. Bu süreçte birbirinden farklı ve ama aynı anda farklı halifelikler de bulunmaktaydı (Endülüs Emevi, Fatimi, Abbasi…). Osmanlı Devleti’nin Mısır’ı fethederek Memluk egemenliğindeki halifeliği aldığı varsayılır.
Osmanlı Devleti, Türk-İslam tarihindeki en büyük ve en uzun ömürlü devlettir. Batı karşısında 300 yıl genişleyebilen ve 300 yıl da Batı’ya direnebilen başka bir devlet olmadı. Dağılma döneminde bile emperyalizme karşı gösterdiği direnç ve kendi imkanları yettiğince dünya Müslümanlarını himaye etme gayreti anılmaya değer. Emperyalizmle mücadelenin tepe noktası olan Milli Mücadele döneminde Hint Müslümanları da Milli Mücadele’ye destek oldular.
1876 tarihli Kanunu Esasi, tarihimizdeki ilk anayasamızdır. Bu anayasanın 4. maddesi Osmanlı Padişahının halife olduğunu belirtirken, İkinci Meşrutiyet döneminde yapılan anayasa değişikliği ile (1909) Halifenin Meclis önünde anayasaya, dine, devlet ve vatana bağlılık yemini etmesi şartı getirildi.
Milli Mücadele’nin yönetildiği merkez olan Birinci Meclis, 23 Nisan 1920’de açıldıktan 6 gün sonra 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkarıldı. Kanunun 1. maddesinde TBMM’nin, hilafet ve saltanat makamıyla beraber vatanın yabancı işgalinden kurtarması yer almaktaydı. Buradan maksat dini bir motivasyonla Milli Mücadele’ye katkı sağlamaktı. Öncelik vatanın kurtulması idi. Metinde geçen “makam-ı muallayı hilafet ve saltanatı ve vatanı ecnebi işgalinden kurtarmak” ifadesi, Padişah-Halife Vahdettin’i değil, saltanat ve hilafet merkezini (İstanbul’u) ve söz konusu makamı vatanla birlikte kurtarmayı kapsamaktaydı. Daha Eylül 1920’de Atatürk, Meclis gizli oturumunda Vahdettin’in ihanetini dile getirmişti. Ancak iç çatışmayı tırmandırmamak ve içeride bölünmeye yol açmamak adına öncelik, vatanın kurtuluşu olmuştu. Bağımsızlık savaşı, egemenlik savaşının önüne geçmişti. Zaferin kazanılması ve Vahdettin’in Milli Mücadele sürecindeki ihaneti saltanatın kaldırılmasının önünü açtı. Vatanın kurtuluşunun ardından sanki düşmanla işbirliği ve ihanet yaşanmamış gibi İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife, zafere ortak olmaya kalktı. Hiçbir şey olmamış gibi meşruti monarşiye dönülmesi isteniyordu. Oysa Ankara’da yepyeni bir rejim oluşturulmuş, ortaya çıkan koşullar İstanbul yönetimini yok hükmüne taşımıştı. İstanbul yönetimi sanki Kurtuluş Savaşı yaşanmamış, Ankara’da yeni bir yönetim ortaya çıkmamış, İstanbul yönetiminin ihaneti olmamış gibi davranarak Ankara’nın öfkesini çekti. Diğer taraftan Lozan görüşmelerine Ankara’nın yanı sıra İstanbul’un da davet edilmesi (tıpkı Londra Konferansı’nda olduğu gibi) ve İstanbul’un da buna istekli olması, Ankara’yı acil önlem almaya itti. 1 Kasım 1922’de saltanat TBMM tarafından kaldırıldı. Burada ilginç olan Meclis’teki Birinci ve İkinci Grup üyeleri birlikte hareket ederek oybirliği ile saltanatı kaldırdılar. Bu konuda oluşan oybirliğinin ana nedeni Vahdettin ve İstanbul hükümetinin ihanetiydi. Kendilerine öfke yüksekti. Bugünden geriye dönük Vahdettin’i aklama çabalarının beyhude olduğu açıktır. Saltanatın kaldırılmasına ilişkin tasarının altında ilk olarak Dr. Rıza Nur’un imzasının olması bu noktada vurgulanmalıdır.
Saltanatın halifelikten ayrılarak kaldırılması, Atatürk’ün kademeli olarak gerçekleştirdiği devrimlerden biri (kadın haklarındaki gibi) olduğu anlamına gelmekteydi. Saltanatın kaldırılması rejimin ne olacağı konusundaki belirsizliği ortadan kaldırmamaktaydı. Atatürk, TBMM Başkanı olarak fiili devlet başkanı konumundaydı. Ancak muhalefetin amacı da Onun karşısına Halifeyi (Abdülmecit Efendi) devlet başkanı olarak çıkarmaktı. Tarihsel başlangıç noktası devlet başkanlığı olan halife, saltanat kaldırılarak dini bir mertebeye indirilirken muhalifler ona çok daha fazla anlam yüklemekteydi. Kimin devlet başkanı olacağı meselesi boşluktaydı. Meclis Başkanı fiili olarak devlet başkanı gibi mi davranacaktı, yoksa Halife devlet başkanı kimliğine mi bürünecekti?
Vahdettin’in 17 Kasım 1922 tarihinde İngilizlere sığınarak ülkeyi terk etmesi üzerine 18 Kasım’da TBMM’de Abdülmecit Efendi’nin halife seçilmesine ilişkin görüşmeler yapıldı. İkinci Grup üyelerinden Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, halifenin dini ve dünyevi kimliği olduğunu ve bu noktada şuranın reisi olduğunu ileri sürdü. Bunun üzerine Diyarbakır milletvekili Hacı Şükrü Bey, halifenin Meclis reisi mi olacağını sordu. Ortaya çıkan kaotik tartışma ortamına bizzat Atatürk müdahale ederek an itibarıyla sorunun firari halifeyi görevden alarak yerine yenisini seçmek olduğunu belirtti ve tartışmayı ileri bir tarihe erteledi. Tartışmanın ertelenmemesi rejim açısından kriz çıkaracak bir konuydu. O noktada tartışmanın ertelenmesi bir zorunluluktu. Ancak çözülmesi için çok da beklemek gerekmedi. Bir buçuk yıl içerisinde halifelik de kaldırıldı. Ancak kronolojiye dönerek halifeliğin kaldırılmasına kadar geçen süreçteki diğer gelişmelere değinmekte fayda var.
Saltanatın kaldırılmasından sonra halifeliğin tekrar gündeme gelmesi, 15 Ocak 1923’te Afyon milletvekili İsmail Şükrü Efendi’nin yazdığı Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi adlı risale ile oldu. İsmail Şükrü Efendi, saltanatın kaldırılmasıyla belirsizleşen halifenin statüsünü belirginleştirmek istiyordu. Çünkü saltanatın kaldırılmasıyla halife, papa gibi dini bir figür olmaktan öteye geçmemekteydi. Oysa İsmail Şükrü Efendi, halifenin devlet başkanı kimliği kazanmasını istiyordu. Halifenin İstanbul’da olması İstanbul’u dini merkez, Meclis’in Ankara’da olması da Ankara’yı siyasi merkez haline getiriyordu. Dolayısıyla fiilen din ve siyaset birbirinden ayrılmaktaydı. Hoca Şükrü Efendi gibi isimlerin beklentisi bu ayrılığın ortadan kalkması, iki yapının birleşmesi ve İstanbul’a dönülmesi yönündeydi. Ona göre Meclis halifenin, halife Meclisindi. Devlet başkanı kimliği olmayan sadece dini bir kimliği olan halife güçsüzdü ve böyle halife olmazdı. Halife, Papa statüsüne inemezdi. Buna tepki gösteren Atatürk’e göre, kaldırılan saltanat yerine halifeliği koymaya kalkmak gerici bir eylemdi.
Risalenin yayınlanmasını takip eden günlerde gazetecilerle İzmit’te görüşen Atatürk, İsmail Şükrü Efendi’nin risalesinde halifenin devlet reisi olması gerektiği ve bunun şeriatın gereği olduğunu söylediği tezini savunduğunu belirtti. Daha Lozan görüşmelerinin sürdüğü bir dönemde bu konularla uğraşmanın doğru olmadığını, bu konuların barış sonrası döneme bırakılması gerektiğini söyledi. Atatürk’e göre milletin tek temsilcisi Meclisti, bunun dışında bir temsilci aramak doğru değildi. Üstelik Atatürk’e göre hilafet Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkan bir yürütme gücüydü. Dolayısıyla o tarihte milletin yegane temsilcisi Meclis olduğuna göre halifeye gerek yoktu. Ancak Atatürk bunu açıkça söylemese de, söyledikleri bu anlama gelmekteydi. Diğer taraftan halife, siyasi bir güce sahip olacaksa TBMM’nin seçtiği bir kişi olarak nasıl tüm İslam aleminde güç ve otorite sahibi olacaktı? Büyük bir bölümü sömürge olan İslam dünyasının bağımsızlığı için mücadele etmek gerekecek ve bunun sorumluluğu Türk milletine yüklenecekti. Bu durumda Türkler, kendi vatanları için değil İslam alemi için kanlarını akıtacaklardı. Bu, Türk milletinin maddi ve manevi gücünü aşan bir durumdu. O dönemde en kalabalık nüfusa Hint Müslümanları sahipti. Bunu yapsa yapsa onlar yapabilirdi. Nüfusları 70 milyon olan Hint Müslümanları o dönemde İngiltere’nin sömürgesi durumundaydı. Üstelik hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olduğuna göre, bu ilke kaldırılmadıkça egemenlik hiçbir kişiye/makama verilemezdi.
İzmit basın toplantısının ardından halifeliğin kaldırılmasına yönelik kamuoyunu hazırlamaya yönelik adımlar atıldı. Seyyid Bey gibi İslam hukukunu bilen isimlerin desteği sağlandı. Hatta Seyyid Bey bu süreçte Adalet Bakanı oldu. Bu noktada Türk Devrimi’nin en önemli adımlarından biri olan halifeliğin kaldırılması kansız bir şekilde gerçekleştirildi.
Cumhuriyetin ilanı Halifelik makamının statüsünün yeniden tartışılmasına yol açtı. Çünkü fiilen TBMM Başkanı Atatürk’ün doldurduğu devlet başkanlığı makamına muhalefet Halifeyi layık bulmaktaydı. Cumhuriyetin ilanı ile devlet başkanlığı makamı kesin bir şekilde dolmuş oldu. Bu noktada halifelik makamı gereksiz bir kurum haline geldi. Diğer taraftan devlet başkanlığı için iki rakip kurum ortaya çıkmış oldu. Ancak cumhuriyetin ilanı, Kemalist kadroyu daha da güçlendirdi. Devlet başkanlığı makamı için muhalefetin düşündüğü halifelik kurumu, cumhuriyetin ilanı ile devlet başkanlığının dolması sonucunda gereksiz bir hale geldi.
1924 yılı başlarında Atatürk İzmir’e gelerek askeri tatbikatları izledi ve ordu üst kademesi ile bir araya gelerek halifeliğin kaldırılması için altyapı çalışması yaptı. Bu süreçte Halife, siyasi güç, itibar ve para peşindeydi. Bunun için de Başbakan İsmet Paşa ile de temas etmişti. Atatürk durumdan duyduğu rahatsızlığı İsmet Paşa’yı haberdar etmiş ve Fransa’nın yüz yıl sonra bile hanedanı ülkeye sokmadığına dikkat çekmişti. Aslında Fransa benzetmesi ve örneği, Halifenin ve hanedanın başına geleceklerin habercisi gibiydi. Nitekim Türk Devrimi ile Fransız Devrimi arasındaki benzerliklerin bununla sınırlı olmadığını belirtmek gerekir. Örneğin Fransız Devrimi’nin ihtilal mahkemeleri ile Türk Devrimi’nin istiklal mahkemeleri arasında benzerlikler bir hayli fazladır.
1 Mart 1924’te TBMM’nin yeni çalışma yılının açılışında Cumhurbaşkanı Atatürk cumhuriyetin her türlü tehlikeden sonsuza kadar korunması, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve diyanetin siyaset aracı olarak kullanılmasının önlenerek yüceltilmesi gerektiğini belirtti. Atatürk’ün konuşmasının ertesi günü 2 Mart’ta, CHP Meclis Grubu harekete geçerek, Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına ilişkin bir kanun teklifi hazırladı. Meclis Grubunda yapılan görüşmede birkaç milletvekili karşı çıkıp aleyhte oy kullansa da teklif kabul edildi. 3 Mart’ta da kanun tasarısı TBMM Genel Kurulu’na geldi. Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve 53 arkadaşının hazırladığı tasarı genel kurulda tüm yönleriyle tartışıldı. Adliye Vekili Seyyid Bey halifeliğin kaldırılmasının hem İslam dünyasında ve hem de yeryüzünde yapılan devrimlerin en büyüğü olduğuna dikkat çekti. Seyyid Bey’e göre halifelik dini bir konu değildi, dünyevi bir konuydu. İtikat (inanç) meselesi değil, hükümet/iktidar meselesiydi. Hz. Peygamber, kendi sağlığında müminlere hilafet meselesi hakkında bir açıklamada bulunmamıştı. Kur’an-ı Kerim’de hilafet hakkında hiçbir ayet yoktu. Var olan ise meşveret (danışma) ve ululemre (devleti yönetenlere) itaatti. Başbakan İsmet Paşa da yaptığı konuşmada halifeliğin olmamasının İslamiyet’in uygulanmasına engel olmadığını, Birinci Meclis’in açılmasından itibaren halifesiz bir şekilde İslamiyet’in yaşandığını belirtti.
13 maddelik 431 sayılı yasa ile halifelik kaldırıldı ve Osmanlı hanedanı sınır dışına çıkarıldı. Kanunun 1. Maddesi, “Halife görevden alınmıştır. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet kavramının içeriğinde bulunması dolayısıyla, Hilafet makamı kaldırılmıştır” demekteydi.
Kanunun ikinci maddesine göre haneden mensubu bütün erkek ve kadınlar ile damatlar Türkiye Cumhuriyeti içerisinde ikametten yoksun bırakılmışlardır. Bu kişiler on gün içerisinde ülkeyi terk etmek zorundaydı (madde 3). Bunların vatandaşlık hakları kaldırılmıştır (madde 4). Söz konusu kişiler gayrimenkullerini tasarruf edemezler (madde 5). Sözü edilen kişilerin yolculuk masrafları bir defaya mahsus devletçe ödenir (madde 6). Gayrimenkullerini bir sene içerisinde satabilirler (madde 7). Osmanlı sınırlarında padişahlık etmiş kimselerin gayrimenkulleri millete geçmiş sayılır (madde 8). Kaldırılan padişahlığa ait saraylar, gayrimenkuller ve eşyaları millete geçmiştir (madde 9-10).
Halifeliğin kaldırılmasıyla bu makamın dini değil dünyevi bir makam olduğu, yürütme organını temsil ettiği ortaya konmuş oldu. Cumhuriyetin ilanını takiben devlet başkanının kim olduğu açık bir şekilde ortaya konduktan sonra alternatif ve paralel bir devlet başkanın halife adıyla var olması devlet ve rejim açısından ciddi bir tehditti. Çift başlılık anlamına gelirdi. Ankara, barış antlaşmasına kadar devlet başkanlığı makamını fiilen boş bırakarak ve bu görevi fiilen Meclis başkanına gördürerek zaman kazandı. İstanbul’daki saltanat makamını ortadan kaldırdıktan sonra Cumhuriyetin ilanıyla gereksiz hale gelen halifeliği de tasfiye etti. Bu siyaseten ve hukuken böyle olmakla beraber, diğer taraftan halifelik geleneksel ve dini bir toplumu, ümmeti simgeliyordu; laik bir millet kimliği geleneksel ve dini devlet yapısının tasfiyesi ile mümkün olabilirdi. Halifeliğin kaldırılması yanı sıra öğretim birliği, dini ve askeri kurumların bakanlık düzeyinden çıkarılarak siyasi otoritenin emrine alınması çağdaş, laik ve Türk milli devleti inşasının en önemli dönüm noktası oldu. Türkiye artık Panislamcı bir çizginin dışına çıkarak Misakı Milli sınırları içerisinde barış içerisinde kalkınmayı hedefleyen, Türk milletini insanlık aleminin saygın bir üyesi kılmayı amaçlayan bir politikayı benimsedi. Bu büyük devrimin 100. yılındayız kutlu olsun.