Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi ve kurulan Cumhuriyet rejimi, toplumu ümmetten millete, laik Türk milli kimliğine, ulus-devlete geçirme projesiydi. Geleneksel bir ortaçağ ve tarım toplumu, modern bir topluma dönüştürülüyordu. Cumhuriyet yönetimi din karşıtı değildi. Dinin arıcalar eliyle istismarına karşıydı. O nedenle de Kur’an meal ve tefsirleri yaparak halkın bizzat kendi dinini öğrenmesi, aracıya ihtiyaç duymaması sağlanmaya çalışıldı. Dinin bireysel olduğu; toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel hayatı belirleyemeyeceği ilkesi benimsendi. Devlet yönetiminde ve hukuk sisteminde, egemenlik anlayışında dinin etkisi kalmadı. Sadece devlet, din hizmetlerinin görülmesi açısından Diyanet İşleri Başkanlığını kurdu. Bu kurumun kurulmasının nedenlerinden biri de yapılan devrimler karşısında doğabilecek dinsel muhalefeti etkisiz kılmaktı.

İsmet Paşa, 1954’te TBMM’de yaptığı bir konuşmada laikliğe ihtiyaç duyulmasının bir nedeni olarak Milli Mücadele yıllarında dinin siyasete alet edilmesini ve düşman tarafından kullanılmasını saymaktadır:

Sessiz katil Sosyal Çürüme! Sessiz katil Sosyal Çürüme!

“Bizim mevzuatımıza dini siyasete alet etmeyi men eden hüküm nereden ve niçin gelmiştir? Bunun menbaı Milli Mücadele’ye gider. Milli Mücadele’de galip devletler Türkiye Devleti’nin yeryüzünden kalkmasına karar verdi ve bunun için halifeyi, padişahı ve ulemasını vasıta ittihaz ettiler. Anadolu’da yalnız başına kalan Türk milleti eline ne geçerse, sopa, balta, yumruk, tırnak, bununla hayatını ve istiklalini kurtarmaya çalışıyordu. Buna halife en tesirli mukabele ve mani olarak şu tedbiri buldu: Ulema toplandı. Şeyh Ül İslam bunların başına geçti. ‘Anadolu’da mücadele edenler kafirdir’ fetvasını verdi. Huzurunuzda konuşmak şerefine nail bulunan bu arkadaşınız onların içinden seçilen beş altı idam mahkumundan biridir. Halifenin Şeyh Ül İslam Dürri Efendinin fetvası ile.

Anadolu büyük bir harbden çıkmış, yorgun, vasıtasız, Türk milleti mücadelenin neticesinin ne olacağını zaten endişe ile düşünürken, bütün gayretini vatanperverliğinde toplamış iken, Yunan tayyareleri her gün avuç avuç Şeyh Ül İslam Dürri Efendinin fetvasını bizim saflarımıza atardı. Ne derlerdi bunlar? ‘Anadolu’da memleketi kurtaracağız diye mücadele edenler münafıktırlar. Bu adamlar kafirdirler’ derlerdi. (…)”

Tarihsel deneyim ve yaşanan acı tecrübeler, çağdaş bir ulus devlet yaratma ihtiyacı, Cumhuriyetin kurucularının dini inançlarını toplumsal hayata yansıtmadıkları bir dönemin kapısını açtı. Örneğin İsmet Paşa’nın dini inancıyla ilgili kamusal alanda herhangi bir paylaşım görülmemiştir. Paşa’dan yakınındakiler mitinglerde Allah’ın adını anmasını istediğinde, meydandaki kalabalığa hitaben “Allah’a ısmarladık” demesinden başka bir şey duymadılar.

1968’de Senato kısmi yenileme ve milletvekili ara seçimlerinin yapılması söz konusudur. Ulus gazetesi fotoğrafçısı Hüseyin Ezer, Milliyet gazetesinden arkadaşı Mete Akyol’a İnönü’ye gitmeyi teklif eder. Paşa, aday listesini imzalayacak ve ardından liste Yüksek Seçim Kurulu’na verilecektir. Akyol gitmek istemez, buradan çıkacak bir haber olmadığı gerekçesiyle. Ezer’in sürüklemesiyle otomobile biner, yola çıkarlar, Ezer “Paşa’nın bir sütlü kahvesini içeriz” der. Pembe Köşk’ün kapısına geldiklerinde parti yöneticileri Ali İhsan Göğüş ve Nizamettin Neftçi de oradadırlar ve kapının zilini çalarlar. Kapıyı Paşa’nın kızı Özden Toker açar, “Paşa Babam uyuyor, Ali İhsan Bey. Sizi maalesef kabul edemeyecek”.

Göğüş randevusu olduğunu hatırlattı ve mutlaka görüşmesi gerektiğini hatırlattı ama Toker, “Fakat Paşa Babam sizi galiba 2’de bekliyordu” dedi. “Kararlaştırdığınız saatte gelmediğinizi görünce de ‘ben yatmaya gidiyorum. Beni beşe kadar uyandırmayın’ diyerek, yatak odasına çekildi” diye de devam etti. Saat gerçekten de 14.30’du. Göğüş, “Elimizde olmayan nedenlerden ötürü geç kaldık, Özden Hanım. Paşamızdan özür dileriz. Fakat bu listeyi saat beşten önce kesinlikle imzalaması gerekir” deyince Özden Hanım Paşa’nın kızı gibi değil, Paşa’nın emir eri gibi cevap verdi: “Paşa Babamın emrine karşı hareket edemem”.

Göğüş’ün ardından bu kez sözü Neftçi aldı ve partinin hukuk danışmanı olarak, “Özden Hanım, Sayın Paşamıza imzaya getirdiğimiz liste, partimizin aday listesidir. Sayın Paşamız, partimizin genel başkanı olarak bu listeyi saat 5’ten önce imzalamazlarsa, biz de Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edemeyiz. Biliyorsunuz, seçimlere katılacak partiler, aday listelerini bugün en geç saat 5’e kadar Yüksek Seçim Kurulu’na teslim etmezlerse önümüzdeki senato yenileme ve ara seçimlerine giremezler” dedi. Özden Toker, olayın ciddiyeti üzerine “Biraz bekleyin, bakalım” diyerek içeri girdi. Paşa bu duruma çok sinirlenmişti ve Özden Hanım, bunu karşısındakilere şöyle aktardı: “Paşa Babam çok sinirlendi. Tavsiyem, listeyi hemen imzalatıp yanından bir an önce ayrılmanızdır” diyerek gelenleri içeri aldı. Üst kata çıkıp yatak odasına girdiklerinde Paşa, bir sehpanın karşısındaki koltukta pijamasının üzerine giydiği robdöşambr (üstlük, sabahlık, oda ceketi) ile oturmakta idi ve kızgındı. Sert bir sesle, “Getir bakayım, Göğüş” dedi. Göğüş’ün önüne koyduğu 1968 Senato üçte bir yenileme ve milletvekili ara seçimleri için hazırlanan listedeki senatör ve milletvekili aday listesini tek tek inceledi. Dolayısıyla Paşa, listeyi imzalayıp gelenleri hemen geri göndermedi. Listeye bakarken bazı isimlerin üzerine parmağını koyuyor, bilgi istiyordu. Bu arada foto muhabiri Hüseyin Ezer de Paşa’nın fotoğraflarını çekmekteydi.

Mete Akyol ise ilk girdiği İsmet Paşa’nın yatak odasını dikkatle incelemekteydi. Son derece sade, sıradan bir yatak odasıydı. Paşa’nın büyüklüğüyle ters orantılıydı. Emekli bir memurun yatak odasından bile daha mütevaziydi. Yatağın ayakucunun olduğu bölgede bir aynalı, çekmeceli bir tuvalet masası vardı. Masanın üzerindeki yazıyı gören şaşkınlıkla ve fısıldayarak Hüseyin Ezer’e gösterdi ve “Hişt hişt Hüseyin abi… Baksana şuraya… Tuvalet masasının üstüne baksana… Aynanın üst tarafına baksana bir… “.

Akyol’un yönlendirmesiyle aynanın üst tarafına bakan Ezer, aynanın üst tarafındaki çerçevedeki yazılı görünce şaşkınlıkla gözlerini açmış ve yine şaşkınlıkla yüksek sesle yazıyı okumuştu: “Allah’ın dediği olur”. Akyol, Ezer’in dürterek Paşa’nın duymaması gerektiğini belirtti ve alçak sesle konuşmaya devam ettiler. Paşa konuştuklarını duymamalıydı. Zaten Paşa’nın zor işittiği bilinmeyen bir şey değildi. “Paşa duymasın” ifadesinden bu kez “Paşa görmesin” diyerek yazının fotoğrafını Ezer gazeteci refleksiyle gizlice çekti. Paşa anlamasın diye flaş kullanmadan ve korkarak fotoğrafı çeken Ezer, oradakilerle beraber Paşa’nın elini öperek çıktı. Paşa da aday listesini imzalamıştı.

Ezer, CHP’nin yayın organı olan Ulus’ta çalışıyordu. Bu fotoğrafı Ulus’ta yayınlamasına Paşa kızacağı için izin vermezlerdi. Ezer, “Yıllardan beri, karşısındaki politikacıların bilir bilmez bir biçimde ona ‘dinsiz’ diye ‘Allah’ı tanımaz’ diye dil uzattıkları İsmet Paşa’nın gece yatarken son gördüğü, sabah kalkınca ilk gördüğü yerde, koskoca bir ‘Allah’ın dediği olur’ levhası asılı duruyor. Uçan sineğin bile giremeyeceği bu odada ben bu yazının fotoğrafını çekiyorum ve gelip gazetemde yayınlayamıyorum bu fotoğrafı. Gel de yanma şu anda bu parti gazetesinde çalıştığıma…” der.  Ulus gazetesinin fotoğraf odasında, fotoğrafı basan Ezer’in gözleri dolar ve şunları söyler: “Bu fotoğrafı Ulus gazetesinde yayınlayacak bir kişi elbette bulunmaz, bulunsa bile ertesi günü onu da, beni de kovarlar gazeteden”.  Paşa bu konuda hassastır Ezer’e göre, “Biliyorsun, dinsel inancının sadece Allah’la kendi arasında olduğu bu inancının kendinden başka kimseyi ilgilendirmediği görüşündedir Paşa… Ben bu fotoğrafı yayınlarsam, başta ben olmak üzere Ulus gazetesinin tüm sorumlularını keser Paşa, kıtır kıtır keser…”

Akyol, Ezer’den fotoğrafı sen yayınlamayacaksan ben yayınlayayım diyerek ister. Ezer, Paşa’nın durumu anlayacağını söyler ve “Keser beni sonra” der. Akyol, Ezer’i güçlükle ikna eder, Paşa’ya fotoğrafı gizlice aldığını, hatta çaldığını söylemesini ister. Bütün suçu kendisine atmasını ister. Ezer’den fotoğrafı zor da olsa alır. Milliyet gazetesi de yayınlar. Paşa bunu görünce Ezer’i çağırır ve bu durumda Ezer’e Akyol da eşlik eder. Paşa, çok kızgındır. Hatta belki de 1950 seçim yenilgisinden sonra bile böyle asık suratlı, üzgün ve kızgın değildi. Akyol’un gelmesine kızar, çünkü Ezer’i özel olarak azarlamak niyetindedir ve Akyol’un bunu hafifletmesini istememektedir. Akyol mahcup bir şekilde Paşa’ya, “Hüseyin abinin suçu yok Sayın Paşam. Bütün suç bende… İzin verin her şeyi kendi anlatsın da, asıl benim suçumu o hafifletsin…” der.

Paşa, Ezer ve Akyol’u azarlar; bu azarlama ikisini de utandıracak ölçüdedir. Akyol yazısında Paşa’nın kendilerine neler söylediğini belirtmiyor ama yedikleri azarı yıllar sonra da hatırladığını belirtiyor.

Cumhuriyeti kuranlar ümmetten ulus devlete, laik Türk kimliğine geçmek için büyük bir devrim yaptılar, bir toplum mühendisliği gerçekleştirdiler. Bugün Anayasa’nın ilk dört maddesinin kaldırılmasına yönelik yapılan tartışmalar Türk kimliğine, laik Türkiye Cumhuriyetine ve Türkçeye, Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı savaş niteliğindedir. Atatürk ve arkadaşlarının ümmetten millete dönüştürdükleri Türkiye’de, 100 yıl sonra halen mücadele sürüyor. Ancak bu kez milletten ümmete dönüştürme şeklinde. Mücadele sürerken Türk kimliğinden yana olanlar elbette “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyeceklerdir. “Ümmetin askerleriyiz” demeyeceklerdir.

Üç kıta yüzyıllarca hüküm süren Osmanlı, trajik bir şekilde çöktü. Bugün yeniden Osmanlı’yı canlandırma projesi her şeyden önce komik. Osmanlı üç kıtada kapitalizm ve milliyetçilikler çağı öncesinde hüküm sürerken geniş kitlelere hakimdi. Bugün ise aynı coğrafyayı elinde tutamayan ama aynı coğrafyadakileri hatta daha fazlasını Türkiye’ye yığma politikası bizi ileri taşımaz, ümmet kılmaz. Osmanlı da kılmaz. Parçalar.

Çıkış yolumuz Cumhuriyetin kurucu değerleridir. Milletler çağının gereğini yerine getirmek gerekir. Partiler üstü bir şekilde laik Türk milli kimliğinde ve Atatürk’ün rehberliğinde birleşmek hayati bir zorunluluktur.

Kaynakça

http://www.meteakyol.com.tr/1992/1005.html

Hakkı Uyar, Demokrat Parti İktidarında CHP (1950-1960), Doğan Kitap İstanbul, 2017. İ S M E T