Ümmet fikri, aynı dinden olan insanların tek bir topluluk olarak tanımlanması için kullanılan bir ifadedir. Bu, İslamiyet için geçerli olduğu kadar Hıristiyanlık için de geçerlidir. Bir miktar Musevilik için de geçerli olduğu varsayılsa bile, Musevilikte dini aidiyet kadar etnik aidiyet (İsrailoğulları) de vardır.
Ümmet fikriyle ümmetçilik fikri birbirinden farklı kavramlardır. Ümmet fikri ne kadar eski ise, ümmetçilik fikri de o kadar yenidir. Köklerini 19. yüzyıla kadar götürmek mümkündür. Küresel düzeyde İslami bir toplum hayal etmek, 19. Yüzyılın sonlarından başlayarak günümüze kadar dini kimliği ağır basan toplumsal kesimleri hep meşgul etti. II. Abdülhamit döneminden Recep Tayyip Erdoğan dönemine kadar inişli çıkışlı bir seyir izleyen bu düşüncenin romantik ve ütopik olduğunu söylemek gerekir. Değişen dünya karşısında, değişen dünyaya bir cevap ya da bir tepki olarak ortaya çıkan Ümmetçilik düşüncesi, İslamcılık düşüncesinden uzak değildir.
Ümmet kavramı, yukarıda belirttiğim üzere eski bir kavramdır. Kuran’da da geçen bir ifade olan ümmet dindaşlar/müminler için kullanılır. Elbette Kuran’ın yanı sıra Hz. Muhammed tarafından da kullanılan kavram, siyasal bir anlam içermemektedir. Gerek Kuran’da geçen gerekse de Hz. Muhammed’in kullandığı ümmet kavramı, ümmetçilik anlamını içermez; ümmetçilik kavramı Kuran’da ve hadiste geçmez.
Aslında 19. Yüzyıldan beri ümmetçilik kavramı gündemdedir ve tüm Müslümanların tek bir çatıda birleştirilmesi hayal edilmektedir. Ancak 1400 yıllık İslam tarihinin hiçbir döneminde bu hayal gerçekleşmemiştir. Dünyadaki tüm Müslümanların tek bir siyasal yapı ve tek bir otorite altında birleşmesi, sadece Hz. Muhammed döneminde (Asr-ı Saadet) ve onu takip eden birkaç yıl içerisinde mümkün olabildi. Öncelik bu döneminde çok sınırlı bir coğrafyayı kapsadığını vurgulamak gerekir. Diğer taraftan Hz. Muhammed’in vefatının ardından kısa sürede Müslümanların birbirine düştüğü görülmektedir. Hz. Ebubekir’in kısa süreli, iki yıllık müminlerin emiri (devlet başkanı) olması söz konusudur. Onun vefatının ardından gelen Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali öldürülmüşlerdir. Dört Halife dönemi olarak tarihe geçen bu dönemdeki 4 devlet başkanından 3’ü öldürülmüştür. Hz. Ebubekir’in yönetimi kısa süreli olmasaydı, muhtemelen O da öldürülebilirdi. Dolayısıyla daha başından itibaren ümmet bir siyasal amaç doğrultusunda birleşmesi söz konusu olmadığı gibi, ayrılık daha da derinleşmiş, müminler arasındaki husumet kanlı hale gelmiştir.
Adına ne dersek diyelim halife/müminlerin emiri/devlet başkanı kim tarafından ve nasıl belirlenecektir meselesi, daha Hz. Muhammed’in vefatının hemen ertesinde bir sorun olarak ortaya çıktı ve ardından kanlı bir iktidar mücadelesi başladı. Çünkü dini açıdan bu düzenleyen bir mevzuat daha başından itibaren hiç olmadı. Konuya ilişkin dini bir kaide olmaması dolayısıyla Ensar (Medineli), Muhacire (Mekkeli) “bir sizden bir de bizden olsun” diye uzlaşma yolu önerebilmişti. Ancak böyle bir uzlaşma hiçbir zaman mümkün olmadı. Sorun o dönemde “Halife Kureyş’tendir” formülü ile aşılabildi. Ancak o dönemde kullanılan kavram, siyasi önder/devlet başkanı manasında “emir’ül müminin” idi.
Hulefa-yı Raşidin (Dört Halife) dönemi olarak bilinen dönem, 632-661 yıllarını kapsar. Onu Emeviler dönemi izler (661-750). 750’de Abbasiler dönemi başlar. Abbasiler döneminden itibaren İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte Müslümanlar tek ve bütün bir coğrafya içerisinde yer almadıkları gibi dini veya siyasi açıdan tek bir otorite etrafında birleşemediler. Abbasilerin eski İslam coğrafyasında iktidara gelmesinden sonra Endülüs’te Emevi yönetimi varlığını sürdürdü. Dolayısıyla her iki yerde de farklı bir siyasal/toplumsal yapı ve onun başkanı vardı. Aynı dönemde Türkistan coğrafyasında İslamiyet yeni yayılmaktaydı. Takip eden dönemde Fatimi yönetimi de ayrı bir toplumsal/siyasal yapı ve onun başkanı vardı. Bunlar birbirlerinin rakibi ve hatta düşmanı idi. Bunların başkanlarının kendilerini halife olarak tanımlamalarının dini açıdan herhangi bir bağlayıcılığı elbette yoktu. Kavram artık tamamen siyasal bir içeriğe sahipti. Dolayısıyla İslami açıdan kimin halife olabileceği kadar, birden fazla halife (Şii, Sünni) olup olamayacağı da tartışma konusudur. Diğer taraftan dini hükümler açısından (Kuran, hadis) bir hüküm bulunmamaktadır. Nitekim bu nedenle de Emevi, Abbasi, Endülüs, Fatımi, Büveyhi, Selçuklu ve Osmanlı hanedanları ayrı ayrı siyasal topluluklar, yönetim biçimleri ve mekanizmaları oluşturabildiler. Üstelik bu farklı yapıların, dini öbeklerin İslami açıdan uygun olmadıklarını tarih boyunca kimse iddia etmedi, edemezdi de. Çünkü Hz. Muhammed döneminde dini ve siyasi yapı açısından bir model ortaya konmamıştı. Sonraki dönemde ortaya çıkan tüm siyasal yapılar/yönetimler/hanedanlar/devletler kendi tarihi, coğrafi ve demografik koşullarının ürünüydü. Ancak görünen o ki tüm bu siyasal yapıların ortak noktası saltanat, yani monarşi idi. 1400 yıllık tarih boyunca geniş İslam coğrafyasında mono blok (tek gövde) bir yönetim hiçbir zaman olmadı. Adı ne olursa olsun, ne tek halife, ne tek hanedan, ne de tek sultan… Siyaseten tüm müminleri tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen ümmetçilik fikri modern zamanlara ait bir kavramdır.
Ümmet kavramı kadim olmakla beraber, ümmetçilik fikri yenidir. Ayrıca bu kavram dini değil, siyasi bir kavramdır. Dolayısıyla ümmetçilik, İslami teolojinin bir parçası değildir, Müslüman kimliğinin de bir parçası değildir. Türkçülük/Turancılık ve Komünizm gibi ümmetçilik de siyasal bir hedefi ifade eder. Her ne kadar ümmetçilik fikri halen güncel bir amacı ifade etse de, modern zamanların akışına ve ruhuna aykırı bir kavramdır. Milliyetçilikler çağında Ümmetçilik çağdışı bir kavramı ifade etmektedir. Bugün birileri Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan birliği olduğu iddia edebilir. Böyle bir iddia ileri sürülebilse bile AB, bir ulus-devletler birliğidir. Dolayısıyla orada bir Hıristiyan ümmeti birliğinden söz edilemez. Bugün AB benzeri bir Müslüman milletler birliği oluşturmayı hayal etmek bile mümkün değildir.1400 yıl boyunca yaşanan Müslümanlar arasındaki tarihi husumet ve çatışmalar dün yaşanmış gibi bugün hala sıcaklığını korumaktadır. Daha İslamiyet’in doğduğu tarihlerde ilk ayrılıklar ortaya çıkmıştı; Hz. Ali’nin hilafeti sırasında Sıffin ve Cemel olaylarının ortaya çıkışı, ardından Kerbela olayı, Haricilik ve Şia’nın ortaya çıkışı bu bağlamda anılmalıdır. 1990’larda dünyada gündeme gelen medeniyetler çatışması, günümüzde bu tarihsel mirasın etkisi dolayısıyla Şii-Sünni çatışması başta olmak üzere, diğer alt siyasi ve dini İslami grupların çatışması şeklinde “medeniyet içi çatışma” olarak varlığını sürdürmektedir. Bundan 100 yıl kadar önce Mehmet Akif, Şark adlı şiirinde (1918), “Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar” deyimini kullanmıştı. Dolayısıyla bırakın tüm Müslümanların birleşmesini, tarih boyunca tüm Araplar bile birleşemedi.
Bugün ümmetçilik fikrini ortaya atanlar yerel, milli kimliklerin ve kültürlerin bu kadar farklılaştığı, milliyetçiliklerin egemen olduğu bir çağda bu kimlikleri ümmet adı altında Araplaştırarak tek bir potada eritmek istiyorlar. Oysa inanç itibarıyla Müslüman olmak, kendini bir ümmetin parçası hissetmek ayrı, kendi milli kimliğini ümmetçilik potasında, Araplaşarak eritmek ayrı bir şeydir. Şüphesiz insanların ortak dini kimliğe sahip olmaları ayrı şeydir; diğer taraftan Türk/Anadolu kültürüne sahip olmak, İran/Acem kültürüne sahip olmak ayrıdır, Arap ya da Afrika kültürüne sahip olmak da ayrıdır. Aynı dine sahip olmak, ümmetçilik dolayısıyla milli kimlikten vazgeçmek anlamına gelmez. Aslında günümüzde yaşanan bir miktar ümmet kimliği ile ümmetçiliğin karıştırılmasıdır. Aynı dine sahip olmak, milli kimlikten vazgeçmek değildir. Nitekim bunun tipik örneği Avrupa’daki milli devletlerdir. Hiçbiri milli kimliklerini din adına eritmiş değillerdir. Bizdeki ümmetçi yapıların İslamiyet’te olmayan ruhban sınıfı kimliğini üstelenerek Türklükle çatışmaları dikkat çekicidir. Oysa Batı’da (Yunan, Bulgar, İngiliz, Alman, Fransız…) kiliselerin milli kimliği destekleyici unsurdur. Ancamk ümmet kimliği ile hareket edenlerin bunun tersine Türk milli kimliğini ümmet içinde eritme siyaseti gütmektedirler. Bu çağdışı fikri vakti zamanında Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkan, İngiliz işbirlikçisi Mustafa Sabri Efendi de savunmuş, “Elimden gelse Türkleri Arap yaparım” demişti. Kendisinin torunları yaşıyor. Dün Türklükle sorun yaşayan bu isimler emperyalizmin uzantısıydı, bugün de öyle. Oysa bizleri örnek alacağı o kadar din adamı var ki: Ankara müftüsü Börekçizade Rifat Efendi, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi…
İster İslamiyet ister Hıristiyanlık için olsun tarihsel süreçte din mutlaka milli bir nitelik kazanır. Çünkü o dini benimseyen milli kimliğin, milli kültürün bir parçası olur. Hıristiyanlığın İtalya, İspanya, Hollanda, Almanya, İngiltere, Rusya, Yunanistan gibi ülkelerde milli nitelik kazanması gibi, İslamiyet de İran ve Türkiye gibi ülkelerde de milli bir nitelik kazandı. Bu bağlamda Anadolu İslam’ı ile İran Şiiliğinin altını çizmek gerekir. Yine bu çerçevede Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli anılmalıdır. Dolayısıyla müminlerin bir tarağın dişleri gibi olması hayal edilse bile tarih boyunca bu hiç böyle olmadı. Hatta daha başından itibaren hiçbir zaman Müslümanlar da Hıristiyanlar da bir tarafın dişleri olarak yan yana dizilmediler. Dün mümkün olmayan şeyin bugünün dünyasında olmasını hayal etmek hiç mümkün değildir.
Din, milli kimliğin destekçisidir. Milli kimliğin, dini kimlik içerisinde eritilmesine çaba harcayan ümmetçilere fırsat tanınmamalıdır. Türkiye’de ümmetin millete, padişahın mülkünün vatana dönüşmesinin öncüsü 19. yüzyılın ikinci yarısında Namık Kemal oldu. Bu dönüşüm Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna imkan sağladı. İmparatorluk yıkıntılarının arasından bir ulus devlet kurarak beka sorununu çözdük. Ümmetçilik, millet ve vatan, devlet tanımayan bir kavram olarak ciddi bir beka sorunudur. Ancak Türkiye’nin tek sorunu da ümmetçilik değildir. Etnik, dini, mezhepsel ve bölgesel kimlik siyaseti de ayrı bir beka sorunudur. Çözüm, kuruluş değerlerine dönmek, laik/seküler Türk milli devletine sahip çıkmaktadır. Milletler ve milliyetçilikler çağında olduğumuz unutulmamalıdır.