Son Osmanlı Padişahı Vahdettin tahta geçtiğinde tarihler 1918 yazını gösteriyordu. 1861 doğumlu olan Vahdettin tahta çıktığında 57 yaşındaydı. Ondan önceki meşrutiyet padişahı Mehmet Reşat’ın veliahdı değildi. Mehmet Reşat’ın veliahdı Yusuf İzzettin Efendi idi. Ancak onun 1916’daki ani ölümüyle tahta çıkma ihtimali pek de olmayan Vahdettin, sürpriz bir şekilde veliaht oldu. Tahta çıkma ihtimali olmaması ve münzevi hayatı, onu dünyayı ve memleketi tanımayan bir konumda hazırlıksız bir şekilde padişahlık makamına taşıdı. Bu konuda acizliğini kendisi de tahta çıkışı takip eden günlerde şöyle anlattı:

Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz”.

Vahdettin, tahta çıktığında Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmek üzereydi ve o tarihte bütün güç İttihatçılardaydı. Aslında Vahdettin İttihatçılardan hoşlanmıyordu ama onlardan korkuyordu da. Savaş yenilgiyle bitince ve İttihatçı liderler ortadan çekilince Vahdettin’e bir güven geldi. Talat Paşa’nın yerine sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa’ya baskı yaparak Mondros’a Damat Ferit Paşa’yı göndermek istedi. Ancak Ahmet İzzet Paşa’nın “bu adam deli” diyerek reddettiği öneri karşısında Vahdettin, ısrarcı oldu. Damat Ferit’i idare edebileceği fikriydi. Vahdettin’in kız kardeşi, Damat Ferit’le evliydi. Vahdettin, İzzet Paşa’ya istediğini yaptıramasa da, giderek güç kazandı mutlak monarşiye yöneldi; parlamentoyu dağıtarak mutlak monarşiye yöneldi. Üstelik bunu iki kez yaptı. Birincisi 21 Aralık 1918’de, ikincisi de Anadolu’daki direniş hareketinin baskısıyla toplamak zorunda kaldığı Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ni 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinin ardından yeniden dağıttı. Misakı Milli’yi kabul eden Meclis’in Sevr’i kabul etmeyeceği açıktı. İngilizleri memnun etmek adına ve kendisi açısından yapacak bir şey olmadığından, direnişi akla getirmeyen Vahdettin, ne pahasına olursa olsun Sevr’i imzalamaktan başka çare göremedi. Oysa Anadolu’daki direniş hareketi başlamıştı ve ilerliyordu. Nefretle baktığı direniş hareketi, Vahdettin için bir seçenek değildi.

Mondros Ateşkes Antlaşması, ordunun terhis edilmesi, stratejik noktaların işgali, silahlara ve iletişim araçlarına el konulması gibi maddeleriyle yapılacak olan işgallerin ipuçlarını vermişti. Parlamentonun dağıtıldığı ortamda, mutlak monark olarak Vahdettin, kritik anlarda iki kere Saltanat Şurası topladı. Bunlardan biri İzmir’in işgalinin hemen ardından diğeri de Sevr Barış Antlaşması’nın imzalanmasından hemen önceydi. Bir yasama yetkisi olmayan ve danışma organı niteliğinde olan Şura, dönemin Ayan Meclisi üyeleriyle asker-bürokratların katılımıyla toplandı. İlkinde hiçbir karar almadan dağıldı. İkincisinde ise Sevr Antlaşması’nın kabul edilmesi yönünde karar bildirdi. Bu karar lehine oylamada baştan oyunu Vahdettin belli etmişti.

İlk Saltanat Şurası’ndan teslimiyetçi bir şekilde ve işgallere karşı direnişi hiç aklına getirmeden ayrılan Vahdettin, çaresizlik içindeydi. Gözlerinden iki damla yaş süzülmüş ve “Karılar gibi ağlıyorum” diye dert yanmıştı (aktaran Ali Fuat Türkgeldi). Vahdettin ve etrafındakiler “Ya teslimiyet ya yok oluş” derken, Atatürk’ün etrafında toplananlar “Ya istiklal ya ölüm” diyorlardı. Milli Mücadele boyunca teslimiyet çizgisi önce işgalcilerle işbirliğine sonra da ihanet çizgisine kadar gitti. Büyük Zafer’in ardından Vahdettin İngilizlere sığınarak, Malaya zırhlısına bindi ve ülkesinden kaçtı. Bu kaçışta rol oynayan nedenlerin başında açık olan ihaneti, Birinci Meclis’in saltanatı oybirliği ile kaldırması (Atatürk’ün muhalifleri de dahil) ve Milli Mücadele’ye ihanet eden gazeteci ve politikacı Ali Kemal’in linç edilmesi etkili oldu. Sözü edilen nedenlerden dolayı Vahdettin de kendi can güvenliğinden endişe etmişti. Aslında Vahdettin’in ihanetinde kendi saltanat ve hilafet makamını koruma kaygısı etkili olmuştu. Linç edilme korkusu ve bariz ihaneti de İngilizlere sığınmasına yol açtı. Gittiği yer o dönemde İngiltere’nin elinde bulunan Malta idi. Bir müddet Şerif Hüseyin’in yanına giderek Hicaz’da kalsa da sonra İtalya’nın San Remo şehrine yerleşti ve ölene kadar burada kaldı. Tahtı ve hilafeti bırakmaya yanaşamadı. Ölene kadar da hak iddiasını sürdürdü.

16 Mayıs 1926 tarihinde San Remo’da vefat eden Vahdettin, vefatından iki ay sonra Şam’da Süleymaniye Külliyesi’nin mezarlığına defnedildi. Defnedildiği yer eski Osmanlı toprağı ve yine eski hilafet merkeziydi. Cenazesinin defnedildiği yerin mimarı, Mimar Sinan’dır. Camii yaptıran padişahlar Kanuni ve oğlu II. Selim’di. Vahdettin, Şam’a gömüldüğü sırada Suriye, Fransa’nın mandaterliği altındaydı. Vahdettin, Süleymaniye Camii’nin haziresinde ailesinden 26 kişiyle birlikte yatmaktadır.

Vahdettin’in vefatından defnedildiği tarihe kadar geçen ve definden sonraki sürece kısa değinmekte fayda var. 16 Mayıs 1926 tarihinde İtalya’nın San Remo şehrinde Manolya Villası’nda vefat etti. Nereye defnedileceği meselesi tartışılırken villaya icra memurları geldi. Alacaklıların başında mahalle esnafı gelmekteydi. Alacaklılar tabuta haciz koydurdular. Tabutun başına da iki polis koydular. Tabut villada 15 gün rehin olarak kaldı. Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan küpelerini satarak borçları ödedi. Artan parayla cenaze tahnit ettirildi. Bu süreçte Fransa’dan cenazenin Şam’da defnedilmesi için izin alındı. Cenaze Şam’a defnedildiğinde, vefatın üzerinden iki aya yakın süre geçmişti. Vahdettin açısından bu zorlu ve şansız süreç defin işleminin tamamlanmasıyla bitmedi. Defin işleminden birkaç hafta sonra mezarın olduğu avluyu su bastı, mezar yerle bir oldu. Murat Bardakçı’nın anlattığına göre Vahdettin’in cenazesi toprağın üstüne çıktı ve bunun ardından mezar arka taraftaki diğer avluya taşındı.

Vahdettin, Osmanlı tarihi açısından hayırla anılacak bir padişah değildir. Onu Osmanlı tarihiyle özdeşleştirmek de doğru değildir. Onu örneğin Fatih Sultan Mehmet ile nasıl kıyaslayabiliriz ki? Bu noktada Vahdettin’i Osmanlı tarihinin yüzkarası olarak tanımlamak mümkündür. Nitekim Milli Mücadele yıllarında çizilen bir kartpostalda Fatih, elini kılıcına atarak Sevr’i imzalayan Vahdettin’in üzerine yürümektedir. Bir başka kartpostalda da Fatih, 10 Ağustos 1920’de Sevr’in Osmanlı temsilcilerince imzalanmasını mezarından üzüntüyle izlemektedir.

Sonuç olarak Vahdettin’e laf edince Osmanlı’ya laf etmiş olmazsınız. En fazla ecdadına layık olmadığını belirtmiş olursunuz. Bizans İmparatoru Konstantin, Osmanlı’ya karşı devletini nasıl savunmuşsa, Vahdettin’den de beklenen odur. O, bunu yapmayıp ihaneti ve ardından da kaçmayı seçmiştir. Sevenlerine teselli olarak tek kaçan hanedan mensubunun o olmadığını Yunan hanedan mensuplarının da Alman imparatoru II. Wilhelm’in de ülkesinden kaçtığını hatırlatmak isterim. Diğer taraftan Şam artık daha ulaşılabilir bir durumdadır. Dileyenler mezarını elbette ziyaret edebilir.

.Foto 1-1Foto 2

Türkiye'de öğretmen olmak! Türkiye'de öğretmen olmak!