Aslında millet olarak tarihi, siyasete ve ideolojilere alet etmek gibi kötü bir huyumuz var. Üstelik bunu tarihi çarpıtarak ve uydurarak sıklıkla yapma eğilimi göstermekteyiz. Dindar geçinenlerin dini bilmemesi, genel felsefesini ve bütünlüğünü kavramamasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kur’a meal ve tefsirleri okunmayınca, dini tarikat/cemaat temsilcilerin, bir aracı eliyle öğrenmek söz konusu oluyor. O da ciddi bir deformasyon içeriyor, üstelik milli bütünlüğe de ciddi zarar veriyor. Benzer durum Atatürk için de geçerli. Örneğin geçtiğimiz günlerde sosyal medya paylaşımında gördüğümüz kadarıyla CHP Kayseri il başkanlığı, “Kabe’nin tek taşına dokunulursa bütün ordumu gönderirim” ifadesinin Atatürk’e ait olduğu belirterek, Filistin halkının yanında olduklarını belirten bir pankart asmışlar. Atatürk’ün partisi adına bu afişi asanların da Atatürk’ü bilmedikleri anlaşılıyor. Ömrünü savaş meydanlarında geçiren ve “Savaş vatan savunması için olmadıkça cinayettir” diyen, ümmet anlayışını terk ederek millet anlayışını benimseyen bir liderin böyle ifade kullanması mümkün değildir. Nitekim kullanmamıştır da.
Atatürk, sınırlarını bilen ve bize sınırlarımızı öğreten liderdi. Sınırlarımız derken, “Biz”in TÜRK milleti olduğunu (ırk ve din ayırmaksızın, dil, kültür ve bir arada yaşama isteği ile tüm vatandaşları Türk sayan) anlayışını benimseyen, Misakı Milli sınırlarının dışına taşmayı asla istemeyen, bunu karşı çıkan bir liderdi.
Osmanlı’dan farklılaşma, Osmanlı’nın ve ümmet kimliğinin uzantısı olmaktan çıkarak, cihangir bir devlet olmayacağımızı söyleyen, yeni Türkiye’nin bir iktisat devleti olacağını söyleyen liderdi Atatürk. Dolayısıyla Türk çocuğunun kanını kendi vatanı hariç kimse için akıtmaya hiç de niyeti yoktu. Ordu gönderirim fikrini Atatürk’e mal ederek paylaşanların bırakın Atatürkçülüğü ümmet kimliğinden sıyrılamadıklarını söylemek gerekir.
Elbette ki Filistin halkına, Filistinli ya da İsrailli kadın, çocuk sivillerin ölümüne üzülmek, elden geldikçe engel olmayı istemek insani açıdan son derece önemli ve gereklidir. Ancak herhalde oraya ordu göndermeye kalkmanın da anlamı yoktur. Şüphesiz Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabı bize 100 yıl önceki acıları hatırlatmakta, bizi romantizmden uzaklaştırarak gerçekleri yüzümüze vurmaktadır. Ancak bizler insani olarak ve ülke çıkarlarımızı gözeterek davranmak zorundayız. Haddimizi ve sınırlarımızı aşmamak, hem bireysel ve hem de ülke olarak Misakı Millimiz içinde kalmak esastır. Kendimizi ve kendi sınırlarımızı bilmek gerekir; başkasının alanına/sınırına girmek işgal niteliği taşır. Nasıl ki kendi alanımıza/sahamıza girilmesini istemiyorsak…
Önceki yıllarda Atatürk atfedilen ve Filistin için kanımızı dökmeyen hazırız anlamına gelen bir konuşma ortalıkta dolaşırdı. Henüz gördüğüm kadarıyla ortaya çıkmadı. Atatürk’e atfedilen Filistin ile ilgili konuşmanın uydurma olduğunu, olayın hikayesini anlatarak daha önce yazmıştım. Tekrar değinmek isterim:
Konuşmanın yayınlandığı belirtilen gazete, The Bombay Chronicle. Alıntının da Hakimiyeti Milliye gazetesinden yapıldığı belirtiliyor. Gelelim değerlendirilmesine:
Tekrar söyleyelim, Atatürk böyle bir konuşma yapmadı. İlginç olan kendini Atatürkçü olarak niteleyenlerin bu konuşmayı övünme amaçlı paylaşmaları. Gerçekten Atatürk’ü iyi tanımış olsaydılar, konuşmayı okuduklarında içeriğinden şüphelenmeleri gerekirdi. Atatürk, dini bir terminoloji kullandığı Kurtuluş Savaşı yıllarında bile böyle bir konuşma yapmazdı. Çünkü o dönemde bile Türkiye Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkmayı, İslam dünyası için savaşmayı planlamamıştı. Savaşanlarla işbirliği yapmak, gönül bağı kurmak ayrı bir mesele elbette. Ancak bu da öncelikle hem insani ve hem de milli çıkarlar açısından değerlendirilmekteydi.
1930’lar Türkiye’si laikliğin ve seküler milliyetçiliğin yükseldiği yıllardır. Atatürk, bu yıllarda -hatta daha 1923’ten itibaren- dinsel kimliğe dayanan bir konuşma yapmadı. Dönemin Türkiye’sinin milliyetçilik anlayışı yayılmacı değildi ve Misak-ı Milli ile sınırlıydı. Söz konusu yıllarda Türkiye, dış politika sorunlarını barışçı yollardan çözmeye gayret etti. Musul, Boğazlar ve Hatay, 1923 sonrası Lozan’dan geriye kalan sorunlardı. Bu sorunlardan son ikisi, 1930’ların ikinci yarısında Türkiye lehine çözümlendi. Nitekim Atatürk, 1931 yılında “Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz” demişti. Dönemin Türkiye’sinin dış politikası aktif bir barışçı politika izlemekten geçiyordu ve çok yönlü bir nitelik taşıyordu: Batı ile iyi ilişkiler, Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler ve bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler (Balkan Antantı ve Sadabat Paktı).
Yukarıdaki metinde ümmet dili var. Atatürk’ün böyle bir dili hiçbir zaman olmadı. Ne Filistin için ne de kutsal topraklar için kanımızı akıtmaya hiç taraftar olmadı. Yayılmacı, ümmetçi ideolojilerin hiçbirini benimsemedi. Hem kendinin hem de Türk milletinin sınırlarını bilen bir liderdi. Bağımsızlık savaşından sonra yüklendiği misyon, çağdaşlaşma idi.
Konuşmanın Hakimiyeti Milliye gazetesinden alındığı belirtiliyor. Oysa o tarihte (1937) Hakimiyeti Milliye diye bir gazete yok. Söz konusu gazete birkaç yıl önce (1934) isim değiştirmiş ve Ulus adını almıştı.
Konuşmanın TBMM’de yapılmış olduğu belirtildiğine göre TBMM Zabıt Ceridelerinde olması gerekir. Zabıt ceridelerinde tarama yapıldığında böyle bir konuşmanın olmadığı görülmektedir.
Atatürk’ün TBMM’de yaptığı konuşmalar Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt I adlı kitapta yer alıyor. Buradaki konuşmaların tümü incelendiğinde görülüyor ki, Atatürk böyle bir konuşma yapmamış. Ayrıca dikkat çekici bir nokta da, Atatürk’ün 1924 yılından itibaren sadece 1 Kasım’larda konuşma yapmasıdır. Yani Atatürk, TBMM’nin o zamanki açılış tarihi olan 1 Kasım tarihinde Cumhurbaşkanı olarak açılış konuşmaları dışında TBMM’de herhangi bir konuşma yapmadı.
Dönemin gazetelerinde de böyle bir konuşma yok; döneme ilişkin herhangi bir anıda da geçmiyor.
Ancak konuşma metni Cumhuriyet Arşivi’nde (BCA) yer alıyor:
Tarih: 20/8/1937 Sayı: Dosya: 438A25 Fon Kodu: 30..10.0.0 Yer No: 266.793..25.
Atatürk'ün Avrupa'nın Filistin ve İslam topraklarını hakimiyeti altına almasına Türklerin izin vermeyeceğine dair nutkunun Bombay Cronicle gazetesinde yayınlanması.
Peki bu nasıl olmuş? Neden The Bombay Chronicle bu sahte konuşmayı yayınlamış? Onun için söz konusu gazeteye bakmak gerekir:
Gazete, İngilizlere karşı Hint milliyetçilerinin çıkardığı, bağımsızlık yanlısı bir gazete. Gazetenin editörü Seyyid Abdullah Barelvi, dönemin önemli Hint Müslüman liderlerindendi. Muhtemelen Hint Müslümanlarının daha fazla desteğini almak için Atatürk’ün karizmasından yararlanmayı tercih etmişler. Türkiye’nin dışişleri yetkilileri de gazetedeki bu metni Başbakanlığa iletmiş. Arşive de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın üst yazısıyla girmiş. Metinden elbette Atatürk’ün bilgisi olmuş olsa gerektir. Yine tahminen metni gülerek karşılamıştır diye düşünüyorum. Konuşmanın BCA’da yer alması, bazı tarihçileri yanılgıya sürüklemiş ve gerçekmiş gibi kullanmalarına yol açmıştır.
Sonuç olarak “milli” sınırlarımızı bilmek, bunun dışına çıkmamak bizim için beka meselesidir. Bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmek, arabuluculuk yapmak, insani yardım yapmak elbette gereklidir. Diğer taraftan ülke çıkarlarını gözetmek de bir mecburiyettir. Ancak hem birey ve hem de millet olarak sınırlarımızı aşmamak gerektiğini kavramalıyız. Aksi takdirde sınırlarımızın içerisinde, sizin sınırlarınızı aşan milyonlarca mülteciyle baş başa kalmak her zaman mümkündür. Ne başkalarının sınırını aşalım, ne başkalarının sınırımızı aşmasına izin verelim. Bunun yolu da milli kimlikten ve milli sınırlardan geçiyor.