Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi, dünyada önde gelen devrim hareketlerinden biridir. Bu devrim hareketi, bir toplum mühendisliği niteliği de taşır. Ümmet kimliği taşıyan bir toplumu dini bir yapıdan çıkararak laik/seküler bir yapıya taşıyarak millet kimliğine, Türk kimliğine geçirmeye yönelmiştir. Bunu önemli ölçüde başarmıştır da. Dinamik olmayan, üzerinde atalet, tembellik ve miskinlik olan uhrevi bir toplumu üretken, çalışkan, özgüven sahibi ve dünyevi bir topluma dönüştürmeye girişti. Bu bir zihniyet devrimidir. Sabri Ülgener’in deyimi ile irrasyonel bir toplumun rasyonel bir topluma dönüşmesi söz konusudur. Ülgener, bunu özellikle iktisat üzerinden açıklamaktadır. Gerçekten de irrasyonel ekonomi politikaların günümüzde ekonomiyi nasıl darboğaza soktuğu ortadadır. Ülgener’in referans noktası Max Weber’dir; Weber’in Protestanlık ve Kapitalizm üzerine değerlendirmelerini İslam/Osmanlı’ya uyarlayarak değerlendirmektedir.
Aslında Osmanlı’nın son döneminde üretmeyen, tembel, geri kalmış, hurafelerle kuşatılmış toplum değerlendirmesini yapanların salt pozitivistler olduğu düşünülmemelidir. İttihatçı kökenden gelen, İttihatçı İslamcı kimliğe sahip Mehmet Akif, 1918’de Şark adlı şiirinde İslam dünyasının yüzyıllardır beynini ve kaslarını kullanmadığını, kolların işlemediğini, alınların terlemediğini, türlü kötü alışkanlıkların olduğunu, tarlaların ekinsiz olduğunu, dindaşların gaza namıyla dindaş öldüren zavallılara dönüştüğünü anlatır. Emek mahrumu günlerin ve gelecek fikri olmayan insanların varlığı karşısında Akif gözyaşlarını tutamadığını anlatır. Oysa Akif, Batı dünyası vahşi/ilkel halde iken Doğu dünyasının (İslam öncesi dönem) büyük bir uygarlık yarattığını örnekleriyle anlatmaktadır. Yine Akif’e göre mazideki şanlı/üstün günler şimdi yıkık bir rüya mıydı? İnsanlar Şark’ın uyanışından ümitsiz mi olmalıydı? Toplum silkinip üzerindeki kabustan kurtulmalıydı. Akif’in şu son cümlesi iki buçuk yıl sonra İstiklal Marşı’nı yazacağının habercisidir: “ ‘Hayat elbette hakkımdır!’ desin, dünya ‘değil!’ derken”. Bu son satır teslimiyetçiliğe karşı mücadeleci, savaşçı bir kimliği, bir uyanışı ifade etmektedir.
Türk bağımsızlık savaşının önderi olan Atatürk aynı zamanda Türk Devrimi’nin de lideri olarak uygarlık/çağdaşlık savaşının da önderidir. Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Kansu’ya, daha ortada hiçbir şey yokken “zaferden sonra…” yapılacak uygarlık savaşını anlatmıştı.
Zaferin ardından da Lozan Barış Konferansı görüşmeleri sürerken yurt gezisine çıkan ve uygarlık savaşı için toplumu hazırlamaya girişen Atatürk, Alaşehir’de halka şunları söylemişti:
“Arkadaşlar! Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketinizi gerçek kurtuluşa ulaştırmış sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri başarılarımızla böbürlenmeyelim. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım”.
Aynı tarihlerde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Atatürk şunları söyledi:
“Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği yararlı kazançları belirlemek için ekonomimizin, iktisadi hâkimiyetimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir. Efendiler, bu kadar verimli ve bu kadar kuvvetli olan yeni hükümetimizin, düşmansız kalacağını saymak doğru değildir. Bu güzel temellerin bile içine bomba koyarak onu yıkmaya çalışanlar olacaktır. Onun hayatına, ilerlemesine karşı suikastlar düzenlemeye girişecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı en kuvvetli silâhımız ekonomideki genişlik, dayanıklılık ve başarımız olacaktır. Efendiler, içinde olduğumuz halk devrinin, millî devrin, millî tarihini yazabilmek için kalemlerimiz sabanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri kavramı ile açıklanabilir.
Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz bayındır olsun, milletimiz rahat olsun ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi size hatırlatayım. ‘El kanaatü kenzi lâyüfna’. ‘Kanaat, yok edilmeyen bir hazinedir’ anlayışı ile, fakirliği fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık son versin”.
Yoksulluğu kutsayan anlayış karşısında kalkınma, barış ve refah döneminin açılmasına ilişkin çabalar bir zihniyet devriminin açık göstergesidir. Üretimi ve çalışmayı kutsayan, fetih yerine üretimi önceleyen zihniyet devrimini Atatürk şöyle örnekler kongrede:
“Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Bu medenî sabanla kılıç mücadelesinde sonunda muzaffer olan sapandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur, sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur”.
Kanada Fransız fatihlerle İngiliz çiftçilerin rekabetini 1923’te Atatürk nereden öğrenmişti? Entelektüel bir devrimci ile karşı karşıya olduğumuz çok açık. Karşılaştırmalı olarak toplumları inceleyen, karşılaştırmalı tarih yöntemini kullanan bir lider ile karşı karşıyayız. Atatürk’ün büyüklüğünün nedenlerinden biri de şüphesiz budur.
Osmanlı sosyal ve ekonomik sistemi, iaşe (provizyonizm), gelenekçilik ve fiskalizm üzerine oturmuştu. Geleneksel tarım ve geleneksel esnaf üretimi, üretimi öncelemeyen vakıf sisteminin üretimi önceleyen merkantilist Batı ekonomik modelinin (kapitalist sistemin) tam tersiydi. O nedenle de hiçbir zaman küçük esnafa dayalı üretim sisteminin Batı burjuvazisinin küresel ölçekli ekonomik kapasitesi ile başa çıkabilmesi mümkün değildi. Diğer taraftan Osmanlı ekonomik sistemi ithalatı teşvik ederken Batılı ekonomik sistem ihracatı önceleyen bir yapıya sahipti. O nedenle neredeyse 1930’lı yıllar hariç tüm tarihimiz boyunca (aşağı yukarı bilebildiğimiz 500 yıllık süreçte) ithalatımız ihracatımızdan fazlaydı. Atatürk dönemindeki farklılık sözünü ettiğimiz zihniyet devriminin ürünüydü.
30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar Zaferi’nin ikinci yıldönümünde yaptığı konuşmada Atatürk, zaferin nasıl kazanıldığına değindikten sonra uygarlık savaşına vurgu yaptı:
“Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştanbaşa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar”.
Atatürk konuşmasının sonunda gençlere seslendi ve uygarlık savaşını tamamlama görevinin gençlere ait olduğunu belirtti:
“Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.
Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz”.
Atatürk’ün 1933’te 10. Yıl Nutku’nda büyük bir inançla dile getirdiği “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” ifadesi köklü Türk tarihinden güç alarak yeniden insanlık aleminin en önde gelen ülkelerinden biri olma idealini yansıtmaktadır. Bunun yolu demokrasi, çağdaş uygarlık ve hukuk devletinden geçmektedir. 100 yılda alınan yol bir hayli fazla olsa da, bardağın yarısı boştur. Bu kapsamda laik ve demokratik bir ulus devlet güçlendirmekte, her üretime dayalı bir zihniyet devrimini yeniden canlandırmaktan geçmektedir.
Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun. Coğrafyamızda 100 yılı dolduran başka devletin/rejimin olmadığı hatırlanacak olursa Cumhuriyetin kazanımlarının anlamı daha da belirgin hale gelmektedir.