Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasıyla Eylül 1921 tarihinde taarruz üstünlüğü Türk ordusuna geçmiş, Yunan ordusu da savunma pozisyonu almıştı. Ancak Türk ordusu, Sakarya Savaşı’nda elindeki tüm kaynakları tüketmişti. Taarruz etmek için askeri açıdan (silah, cephane, asker sayısı) üstün kaynaklara sahip olmak gerekiyordu. Ancak Ağustos 1922’ye gelindiğinde Türk ordusu, 11 aylık hazırlık sürecinin ardından Yunan ordusundan üstün bir konuma gelememişti. Gücünü Yunan ordusu seviyesine yaklaştırmıştı. Böyle olmakla beraber üstünlük İngiltere destekli Yunan ordusundaydı. Bizim üstün olduğumuz tek alan süvari kolordusunda idi. Nitekim bu kolordu savaşın kazanılmasında ciddi bir katkı sağladı.

Büyük Taarruz hazırlıkları büyük bir gizlilikle yapıldı. Bunun nedenlerinin başında askeri açıdan Yunan ordusundan üstün olmamak gelmekteydi. Saldırının zamanlaması sürpriz olduğu kadar, saldırının yapılacağı yer de sürprizdi. Yaklaşık 700-800 km’lik bir cephenin 30-40 km’lik bir bölümünden saldırı yapıldı. Ayrıca bir de şaşırtmaca saldırı yapıldı. Dolayısıyla saldırının nereden yapılacağı da Yunan kuvvetleri açısından belirsizdi. Askeri birlikler büyük bir gizlilikle, geceleri kaydırılmıştı. Saldırının gizli kalmasına imkan sağlayan unsurlardan biri de Türk ordusunun saldıramayacağına Meclis’te inanan bir kitlenin bulunmasıydı. Dolayısıyla kendi milletvekillerinin, hatta cephedeki komutanların bile saldırılamayacağını düşündüğü bir ortam gizlilik için son derece elverişliydi. Atatürk ise gerçekçi bir lider olarak bir yıllık hazırlıkla toplanan asker ve kaynaktan daha fazlasının bir sonraki yıl da toplanamayacağının farkındaydı. Başarı, eldeki imkanlarla sağlanmalıydı.

Başkomutanlık Kanunu, Eskişehir-Kütahya Savaşları sonrası, Sakarya Meydan Savaşı öncesinde çıkarılmıştı. Atatürk, geçici olarak TBMM’nin yetkilerini de üstlenmiş, buna dayanarak da Tekalifi Milliye Emirlerini çıkarmış ve İstiklal Mahkemelerinin yeniden kurulmasını sağlamıştı. Meclis’te kısmen dirençle karşılaşsa da yetki bir yıl içerisinde üç defa uzatılmıştı. 4 Ağustos 1922’de Başkomutanlık görev süresi dolmaktaydı. 20 Temmuz 1922 tarihinde Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde Başkomutanlık Kanunu üzerine Meclis’te konuşma yaptı. Konu, Başkomutanlık yetkilerinin ve görevinin uzatılmasıyla ilgiliydi. Atatürk, yaptığı konuşmada ordunun taarruza hazır olduğunu, bu nedenle Meclis’in olağanüstü yetkilerini kullanmasına gerek olmadığını, sadece Başkomutanlık yetkisinin üzerinde kalmasını istedi. Bunun üzerine Meclis oybirliği ile Başkomutanlık yetkisi süresiz olarak uzatıldı.

26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz, 18 Eylül 1922’de Anadolu’yu son Yunan askerinin terk edişine kadar sürdü. Bu süreçte Büyük Taarruz’un ardından iki önemli dönüm noktası vardır. Birincisi 30 Ağustos’taki Dumlupınar/Başkomutan Meydan Savaşı’dır. İkincisi ise İzmir’in kurtuluşudur. Bu toprakların ne büyük zorluklarla korunabildiğini ve zamanın ruhunu anlayabilmek için Malazgirt’e gitmek kadar Kocatepe’ye, Dumlupınar’a da gitmek bir zorunluluktur. Bunu iktidar cephesinden beklemek gerektiği gibi muhalefet cephesinden de beklemek gerekir. Unutmamak gerekir ki tarihsel bir süreklilik söz konusudur. Malazgirt de bizimdir, Büyük Taarruz da bizimdir. Biri diğerinin rakibi değildir. Malazgirt’i anlamlı kılan Büyük Taarruz’dur. Malazgirt Anadolu’nun vatan OLMASINI, Büyük Taarruz ise vatan KALMASINI sağladı. Tıpkı 29 Mayıs 1453 kadar, 6 Ekim 1923’ün anlamlı olması gibi… Biri İstanbul’un fethinin diğeri kurtuluşunun tarihidir. Yine hatırlatmak gerekir ki Kurtuluş Savaşı neticesi ile Osmanlı’ya başkentlik yapan Bursa, Edirne ve İstanbul kurtuldu.

Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yürütülen üç buçuk yıllık mücadeleye halkı razı etmek ve halkın elindeki kıt imkanları kullanarak, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki rekabetten yararlanarak savaşı kazanmak hiç de kolay olmadı. 26 Ağustos’ta Afyon’da başlayan kurtuluş mücadelesi 9 Eylül’de büyük ölçüde İzmir’de bitti. Bununla birlikte mücadele 9 Eylül günü bitmemişti. 12 Eylül’de Urla, 15 Eylül’de Alaçatı, 16 Eylül’de Çeşme ve 17 Eylül’de Karaburun kurtarıldı. İzmir’in kıyı şeridindeki ilçelerin kurtuluşu için geçen bir haftalık süre, bize, yürütülen mücadelenin ne kadar kıt imkanlarla ve bıçak sırtı bir mücadeleyle gerçekleştiğini göstermektedir.

Sessiz katil Sosyal Çürüme! Sessiz katil Sosyal Çürüme!

Atatürk’e “İzmir’i aldıktan sonra biraz dinlenirsiniz Paşam” diyen Halide Edip’e, Atatürk “Yunanlardan sonra daha birbirimizi yiyeceğiz!” yanıtını vermişti. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve bittiği yer olan İzmir, aynı zamanda kuruluşun da başladığı yer olmuştu. Kuruluşun gücü, kurtuluşun gücünden kaynaklanmaktaydı. Ağustos ayı ortalarında Ankara’dan ayrılan Atatürk, Ekim başında Ankara’ya Halaskar (Kurtarıcı) Gazi olarak döndü. Uzun bir aradan sonra Meclis’e hitap etti (4 Ekim 1922). Bu bir nevi –Büyük Nutuk’ta olduğu gibi-  hesap verme işiydi:

“Arkadaşlar, kalbimde derin bir özlem doğuran ayrılıktan sonra tekrar sizlerin arasına katılmış olduğumdan dolayı mutluyum. Cenabı Hakka şükrederim ki, ordularımızın silahlarına emanet ettiğiniz aziz ve mübarek maksat, arzu ettiğiniz gibi mutlu sonuca ulaştı.   

En karanlık ve bahtsız günlerimizde Meclisimizin sarp ve yalçın bir kaya gibi azim ve imanı talihin bu parlak gelişimine erişmek için gereken imkanı daima saklı tuttu. Milli meselelerde şaşmaz bir aklıselimle daima doğruyu ve daima iyiyi bulan ve ayırabilen Meclisimizin bu neticelere ermekten dolayı duyduğu mutluluk kadar hak edilmiş ne hayal edilebilir? Milletimizin kaderini doğrudan doğruya üstlenerek üzüntü yerine umut, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim (şiddetli ve sürekli alkışlar). Kalbim bu sevinçle dolu olarak, pek aziz ve değerli arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklal fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum (sürekli alkışlar)”.  

Atatürk’ün konuşmasındaki dikkat çekici konu, tüm başarıyı kendisine ve yakın çevresine mal etmek yerine Meclis’i öne çıkarması, başarının Meclis’e ait olduğunu belirtmesi, kendisinin de Meclis’in emrinde olduğunu ifade etmesi sanırım Atatürk’ün olağanüstü niteliğini ve alçak gönüllü kimliği açıkça ortaya koymaktadır.

Atatürk, yukarıdaki girişi yaptıktan sonra askeri harekatın safhaları hakkında bilgi vermektedir. Bu uzun anlatıma başlamadan önce Başkomutanlığın onaylandığı 5 Ağustos 1922’te Meclis’te söylediği “Memleketimizi çiğnemek üzere, memleketimize giren Yunan ordusunu harim-i ismetimizde (kutsal topraklarımızda) boğacağız” cümlesini hatırlattı:

“Bu sözümde hata etmemiş olduğumu hadisat ispat etti zannederim. Hakikaten Yunan ordusu harim-i ismetimizde tamamen boğulmuştur arkadaşlar! (alkışlar)”  

Büyük Taarruz öncesinde Ankara Hükümeti adına Fethi Okyar’ın Avrupa’ya gidip Misakı Milli sınırları içerisinde bağımsız olarak yaşama talebimizi iletmiş ve bunu barışçı yollardan sağlamaya çalışmıştı. Bu, İtilaf devletlerinde Ankara Hükümeti’nin acizliği ve saldıramayacağı şeklinde yorumlanmıştı. Atatürk, bu yanlış anlamayı düzeltmeyi tercih etmediğini belirtmektedir. Nitekim Büyük Taarruz’un sürpriz saldırı niteliğine katkı sağlayan eylemlerden biri de bu oldu. Fethi Bey, Atatürk’e kurtuluş için tek çarenin savaşmak olduğunu şu şekilde bildirmişti:

“Milli amaçlarımızın elde edilmesi ancak askeri harekat ile mümkün olabilecektir. Başka çare aramanın anlamı yoktur”.   

Misakı Milli sınırları içerisinde bağımsız yaşamanın tek yolunun savaşmak olduğuna kanaat getirildikten sonra askeri hazırlıklara hız verildiğini anlatan Atatürk, Yunan ordusu karşısında Türk ordusunun sıralanışını ve Yunan kuvvetlerinin durumunu anlatmaktadır. Atatürk’e göre, Büyük Taarruz’un başlamasının habercisi olan Türk topçularının atışlarındaki başarı, dünya topçuluk tarihine geçecek nitelikte idi. Türk topçusunun da başarısıyla İngilizlerin dört beş ayda geçilirse bir güde geçilmiş sayılsın dedikleri cephe bir saat içinde yarılmıştı. Süvariler de düşman birliklerinin gerisinde hareket ediyorlardı, Atatürk’e göre gösterdikleri her türlü hayalin ötesindedir, tanımlamaya da imkan yoktur.

30 Ağustos’ta düşman ordusunun imhasını, İzmir’e doğru kaçanların toplanıp bir savunma hattı oluşturmalarına izin verilmediğini, 9 Eylül’de İzmir’e girildiğini ve İngilizlerle İzmir’e yapılan teması ayrıntılı olarak anlatan Atatürk, üç senelik mücadele hakkında şunları söylemektedir:

“Arkadaşlar! Üç seneden beridir yolunda çalıştığımız yüce ve kutsal maksat, milletin genel ve ortak gayret ve çabasıyla Elhamdülillah gerçekleşiyor (Elhamdülillah sesleri). Bizi istediklerimizden alıkoyacak ortada hiçbir engel kalmamıştır (alkışlar). Anlattığım gibi düşman ordusu tamamen imha edilmiştir. Yunan ordusunun en son neferinden dahi Anadolu’muz temizlenmiştir (alkışlar). Kahraman askerimizin süngülerinden canlarını kurtaranlar, dünyanın gözü önünde yüz kızartıcı bir şekilde firar ettiler (şiddetli alkışlar). Bu firariler, asker değil, fakat; haydutlar ve katillerdir. Daha önce de söylediğim gibi, her geçtikleri yerde savunmasız halde bulunan kadınlarımızı, çocuklarımızı, ihtiyarlarımızı kesmişler ve yakmışlardır (kahrolsun, lanet! sesleri), birçok köy ve şehirlerimizi ateşe vermişler, harabeye çevirmişlerdir. Bu zulüm ve vahşetin etkisini bütün insanlık ve medeni dünya ümit ederim ki, hissedecektir. Arkadaşlar, Kral Konstantin’in göz diktiği ülkemizin en zengin ve kalkınmış yerleri, kendi cani askerleri yüzünden kan ağlıyor (kahrolsun! sesleri). Sevgili milletimizin hiçbir zaman zincir altına girmeyecek olan hürriyet ve istiklaline göz diken, suikast etmek isteyen Yunan milleti; bugün baştan aşağıya isyan ateşi içinde matem saatleri yaşıyor (daha berbad olsun! sesleri) ve gelecek endişesi ile perişan haldedir. Görüyorsunuz ki, bize yapmak istedikleri bütün felaketleri Cenabı Hak onların başına verdi. Cenabı Hakkın adaletinin bu kadar açık bir şekilde gerçekleşmesine hep beraber, şükredelim (hamdolsun, sesleri).”

Atatürk konuşmasının devamında Misakı Milli sınırları içerisinde Türk milletinin mutlu, refah içinde ve hür yaşaması için gereken ne varsa yapılacağını belirtti. Düşman tarafından yerle bir edilmiş vatan topraklarının kurtarılması için canlarını vermiş, kanlarını dökmüş çocuklarımızın kurtardıkları topraklarda artık barış güneşi gelecekti. Vatanı kurtarmak için bir olan milletimiz bundan sonraki süreçte de birliğini koruyacaktı. Bu zafer milletimizin mutlu, refah içinde ve aydınlık günlere ulaşması için kullanılacaktı.

Büyük Taarruz ve ardından İzmir’in kurtuluşu ve vatanın düşmandan temizlenmesiyle birlikte askeri başarılar döneminden ekonomik kalkınma ve çağdaşlaşma mücadelesi aşamasına geçildi. Çünkü tam bağımsızlığı elde etmek yetmeyecekti. Onu daimi kılmak ve korumak için çağdaşlaşma bir zorunluluktu. Bu noktada Atatürk’ü dünyada istisnai kılan, hem bağımsızlık hem de uygarlık savaşçısı olmasıdır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında tam bağımsızlığımızı titizlikle korumaya devam etmeyi ve Cumhuriyetin çağdaş uygarlık idealine tamamen ulaşmayı diliyorum. Büyük Taarruz bunun yolunu açmıştı.