Kahvehanede külhanbeyi edasıyla ve laubali bir ifadeyle tarih bilmeden tarih konuşan Sırrı Süreyya Önder’in Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve Lozan’a ilişkin küçümseyici konuşması, Kürtçü ve dinci tayfanın birbirinden farkı olmadığını bir kere daha gösteriyor. Önder, Atatürk’ün kurduğu CHP’nin toplantısında şunları söyledi:

“İzmir İktisat Kongresi, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sözünün ilk ya da ikinci sarf edildiği yer. Tarihçi değilim, farklı yorumlar var. Misak-ı Milli’den daha azına razı olunmuş ve bütün Batı'ya biz sizin Orta Doğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz denmiş. Atatürk, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek bir barış mesajı vermemiş aslında. Bu benim fikrim”.

Önder, en azından tarihçi değilim demiş ama tarihçilik yapmaktan uzak duramamış. Diğer taraftan az zamanda çok yanlış yapabilmeyi becermiş:

1.       İzmir İktisat Kongresi değil, Türkiye İktisat Kongresi.

2.       “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün ilk ya da ikinci sarf edildiği yer burası değil, ilk kez 1931 seçimleri öncesinde, 20 Nisan 1931 tarihinde Atatürk’ün yayınladığı millete beyannamede geçiyor.

3.       Misak-ı Milli’den daha azına razı olunmuş değil, Sevr tarihin çöp sepetine atılmış, Misak-ı Milli’den bazı küçük tavizler verilmiş. Ancak sanırım hayaller Sevr, gerçekler Lozan…

4.       “Yurtta sulh, cihanda sulh” ifadesinin 1923’te İzmir’de söylendiğini sanınca, Batı’ya taviz verildiği fikrine ulaşılmış. Ancak ulaşılan fikrin aklıselim bir beyinin ürünü olmadığı açık. Atatürk’ün barış fikrinin temellerini biraz aşağıda anlattım.

5.       “Batı'ya biz sizin Orta Doğu’daki hesaplarınızla ilgili değiliz” Osmanlı’dan farklı olarak ümmet fikrinden millet fikrine geçince, tüm ümmet için kanını dökmeye gerek olmadığını anlatmak gerekir Önder’e…   

Düşünce özgürlüğüne saygı duymakla beraber böyle ifadelerin Atatürk’ün kurucusu olduğu partinin toplantısında kahvehane ağzıyla bu hafifseyici ifadelere yer verilmesi, böyle bir konuşmacının çağrılması ve kendisine konuşması sırasında en ufak bir tepki gösterilmemesi en azından ayıp. Yakışmamış. Salondakiler Behçet Kemal Çağlar’ın deyimi ile “tuğyan” (hiddetlenme) etmeseler bile bir protesto bile edemediler mi?

Osmanlı tarihinin büyük bir bölümü savaşlarla geçti. Tarihimizin en uzun barış dönemini Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması ve Lozan’ın imzalanmasıyla yaşıyoruz: 100 yıldır… Oysa Osmanlı’nın son dönemindeki uzun savaş yılları Türk nüfusunu tüketecek noktaya kadar getirmişti.

1912-1922 yılları arasında yaşanan Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı tam anlamıyla bir var oluş, bir ölüm kalım savaşıydı. Yedi düvelle savaşmıştık. Yorgun, bitkin, hasta idik. Yedi düvelle savaştıktan sonra yedi düvelle barışmayı da bildik. Bu, başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları sayesinde idi. Çünkü kurucular, savaş meydanlarından, cephelerden gelmişlerdi; kan ve ölümle sınanmışlardı. O sınanma neticesindedir ki Atatürk, savaşın vatan savunması için olmadıkça cinayet olduğunu söylemişti.

1923 sonrasında Türkiye’nin hedefi içeride ülkenin öncelikli derdi uzun savaş yıllarının yaralarını sarmak, iç güvenliği sağlamak, iskan sorunlarını çözmek ve kalkınmaktı. 1923 seçimleri öncesinde yayınlanan Dokuz Umde uzun savaş yıllarının yarattığı tahribatı gidermeyi amaçlıyor ve yeni kurulacak olan milli devletin temellerini atıyordu. Yine 1923 yılı başlarında Atatürk, yeni Türkiye’nin bir iktisat devleti olacağını, cihangir (fetihçi/savaşçı) bir devlet olmayacağını belirtiyordu. Dolayısıyla yeni Türkiye’nin başarıları ekonomik alanda olacaktı… Bu da ancak barış ortamında olabilirdi.

Atatürk, Türkiye’nin barışçı politikalarına ilişkin çok bilinen bir sözünü 1931 genel seçimleri öncesinde yayınladığı “Seçim Dolayısile Millete Beyanname” (20 Nisan 1931) ile ifade etti: “Yurtta sulh cihanda sulh için çalışıyoruz”. Burada dikkat çekici olan bir durumdan söz etmekten ziyade bir amaç için verilen mücadele de dile getiriliyordu. Atatürk’ün barışçılığı, Gandi’nin barışçılığı gibi pasifist bir barışçılık değildi. O, ülkenin dış politika sorunlarını barışçı yollarda çözmeye büyük önem verdi. Ancak bu gerekirse savaşmaktan kaçınmamayı da içeriyordu. Nitekim Hatay sorunu bunu açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca Musul sorunu için de askeri hazırlıklar yapılmış ancak Şeyh Sait İsyanı sonrasında bu konuda bir adım atılamamıştı.  

Türkiye, Atatürk döneminde hem içeride toplumsal barışı ve hem de dışarıda barışçı dış politikayı benimsedi. Atatürk’ün sözleri bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin temel kaygısı, güvenliğini sağlamaktı ve sorunlarını barışçı yollardan uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak çözmekti. Türkiye bu güvenlik ve barış ortamı içerisinde de, hızlıca kalkınmak amacındaydı. Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar Atatürk’ün TBMM açış konuşmalarında, bunu hemen her yıl görmek mümkündür. Nitekim, söz konusu dönem boyunca Türkiye, hem güvenliğini sağlamak, hem de sorunlarını barışçı yollardan çözen saygın ve güvenilir bir ülke olmak için çok yönlü bir dış politika izledi. Bu politikaları izlerken temel ilkesi dürüstlük ve açıklıktı. Söz konusu çok yönlü politikaların sacayağı üzerine oturduğunu söylemek gerekir:

-Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmak (1925 dostluk antlaşması)

-Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Milletler Cemiyeti’ne giriş 1932, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay sorununun çözülüşü)

- Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Balkan Antantı 1934, Sadabat Paktı 1937)

1920’li yıllarda Türkiye, Batı ile olan sorunlu ilişkilerini düzeltmek amacındaydı. 1925’te Sovyetler Birliği ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalandı. İki ülke arasında iyi ilişkiler daha Kurtuluş Savaşı yıllarında başlamıştı. Bunun nedenleri arasında, ortak düşmana karşı işbirliği önde geliyordu. Ortak düşman emperyalizmdi; başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleriydi.   

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan yüzlerce yıllık pek çok sorununu çözdü. Bununla birlikte bazı sorunların Lozan sonrasına kalması kaçınılmaz olmuştu. Lozan’dan arta kalan sorunlar olarak Musul, Hatay ve Boğazlar Sorunu’nu saymak gerekir. Bunlardan Musul hariç, diğerleri Türkiye’nin lehine çözümlendi.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönem, ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm tarafından felaket çağı (katastrof çağı) olarak tanımlanmaktadır. Dünya, hızla ikinci büyük savaşa doğru gitmekteydi. Revizyonist (sınırların değişmesinden yana olan) güçlerle anti-revizyonist (sınırların değişmesine karşı olan) güçlerin mücadelesinde Türkiye, mevcut statükonun korunmasından yana tavır aldı. Yaklaşan savaş tehlikesi, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmasını hızlandırdı. Batı ve Sovyetlerle iyi ilişkilere ek olarak Türkiye, Batı ve Doğu-Güney sınırlarını güvence altına almak için komşularıyla ittifak çabalarına yöneldi. Bu konuda öncülük yaparak, önce Batı komşularını örgütledi. Bu bağlamda Balkan Antantı (1934) kuruldu (Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya). Bu ittifaka bir tek Bulgaristan katılmadı. Bulgaristan revizyonist kanatta yer alıyordu. Türkiye, Doğu sınırlarını da Sadabat Paktı ile (1937) güvenceye aldı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan). Türkiye bu iki ittifakla hem Batı ve hem de Doğu sınırlarını güvence altına almak istedi. Böylece etrafında bir güvenlik ağı ve barış ortamı yaratmak amacındaydı.    

Atatürk döneminde Türkiye, Batı ülkeleriyle Lozan sonrasında hemen iyi ilişkiler kuramadı. Çünkü Lozan ertesinde tüm sorunlar çözülememişti. Yunanistan’la devam eden sorunlar, İngiltere ile devam eden Musul sorunu, Boğazlarda egemen olmak için harcanan çaba, Fransa ile yaşanan Hatay sorunu… Türkiye bu sorunlara rağmen, Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak için çaba harcadı. Her şeyden önemlisi bu sorunları barışçı yollardan çözmeye çalıştı. Musul sorunu hariç, diğer sorunları kendi lehine çözümledi. Türkiye bu sorunları çözdükçe Batı ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdi.

Türkiye, söz konusu dönemde barışçı yollardan haklarını kazanmak için mücadele etti.  Türkiye, Boğazlar ve Hatay’da masa başında kazanma başarısını gösterdi. Bunda izlenen çok yönlü dış politikanın etkisi büyüktür. Türkiye, barışçı yollardan haklarını elde etmek için aktif bir politika izledi. Söz konusu dönemde Almanya ve İtalya gibi ülkeler haklarını (!) elde etmek için savaşçı, işgalci ve saldırgan bir tutum sergilediler. Türkiye, izlediği barışçı yollardan sorunlarını çözmekle Almanya ve İtalya gibi revizyonist ülkelerden yöntem bakımından tamamıyla ayrılmaktadır. Üstelik onların yarattığı (özellikle İtalya’nın) tehdit karşısında Nyon Konferansında (1937) İngiltere ile birlikte hareket etti. Bu konuda Atatürk’ün aktif dış politikası karşısında İnönü daha temkinli bir dış politikadan yanaydı. Ancak yine de her iki liderin politikaları ana hatlarıyla dış politik sorunları barışçı yollardan ve aktif bir politikayla çözmekten yanaydı. Bunun da etkisiyle Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak durdu. Bu, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersti.

Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında elindeki kıt kaynakları kalkınma için harcamak ve bunun için iç ve dış politikada barışçı politikaları benimsedi. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken istemeyerek de olsa bütçesinden askeri harcamalara bütçede pay ayırmak zorunda kaldı. Savaş sürecinde yaşananlar bunun ne kadar haklı olduğunu açık bir şekilde gösterdi. İzlenen denge siyaseti, Türkiye’yi savaşa girmekten kurtardı. Ancak savaş bittiğinde Türkiye, Sovyet tehdidine açık hale geldi. Bu tarihten sonra Türkiye hem güvenlik ve hem de kalkınma için destek arama girişimlerini hızlandırma ve Batı ittifakına yönelmek zorunda kaldı.

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadro, “Ya istiklal, ya ölüm” parolasıyla, bağımsızlık mücadelesi verdiler. Bu süreçte hem yedi düvelle hem de bunların içerideki uzantılarıyla savaştılar. Ancak sonuçta savaştıklarıyla barışmayı da bildi. Bu barış, onurlu ve saygın bir barıştı; Türkiye’yi uzun yıllar aradan sonra Batı ile statüsel olarak eşit hale getirdi.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Atatürk’ün ve Cumhuriyetin kurucu değerlerinin artık üzerinde uzlaşılan ve tartışma ötesi değerler olmasını diliyorum. Bu konuda milli bir mutabakat olmalı. Nasıl çağdaş Batılı ülkelerde kurucu değerler ve kurucu babalar gündelik siyasete meze edilmiyorsa, bizde de meze edilmesin! Bu siyasi bir rant olmasın, milli ayıplanma vesilesi olsun.