Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluğu olan Osmanlı Devleti, 620 yıllık ömrünün sonunda, Sevr Barış Antlaşması ile bir beylik olarak kurulduğu Kuzeybatı Anadolu’ya kadar çekilmek zorunda kalmıştı.
Batı’nın feodal yapıdan çıkarak ticaret ve sanayi toplumuna dönüşmesi, merkezi krallıkların kurulması ve ulus devletler çağının başlangıcıyla birlikte Osmanlı gibi geleneksel tarım imparatorluklarının artık sonu gelmişti. Aslında Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sonu gelen tek imparatorluk Osmanlı olmadı. Onunla beraber Çarlık Rusya’sı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da dağıldı.
Osmanlı açısından baktığımızda askeri ve sınırlar açısından uğranılan yenilgiler yüzyıllardır Sevr’e doğru gidişin habercisiydi. Tüm modernleşme çabası bu süreci tersine çeviremedi. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki son gibiydi Osmanlı’nın sonu… Karlofça’dan (1699) beri belliydi. Sonraki yüzyıllarda imzalanan antlaşmalar, Küçük Kaynarca (1774) ve Berlin (1878) de bu durumu teyit etmekteydi. Dolayısıyla Sevr’e bir günde ve hasbelkader gelinmemişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Bu ateşkes, Sevr’in habercisiydi, öncülüydü. Mondros (30 Ekim 1918), ülkenin işgali ve paylaşılması için Osmanlı ordusunun dağıtılmasını ve silahlarına el konulmasını sağladı; ardından işgaller için gerekli mazereti (7. ve 24. maddeler) yarattı. Aslında Mondros’u imzalayan Rauf Bey nasıl bir metne imza attığının ve yol açacağı felaketin çok da farkında değildi. Hatta umduğundan iyi bir ateşkes antlaşması imzaladığını düşünüyordu. Ateşkes antlaşmasının ardından gazetelere verdiği demeçte, “Devletin bağımsızlığı, (saltanatın hakları ve milletin onuru tamamen kurtulmuştur” dedi. Oysa Rauf Bey, İngilizler tarafından aldatılmıştı. Sanırım siyasal literatürümüze aldatılmayı böylece ilk kez Rauf Bey sokmuş oldu. Gerçi sonrasında Rauf Bey bunu telafi edebilmek için Kurtuluş Savaşı saflarında yerini aldı.
Padişah Vahdettin de Mondros’un koşullarına ağır bulmakla beraber imzalanmasından yana tavır aldı. Şunları dönemin Sadrazamı İzzet Paşa’ya söylemişti: “Bu şartları, çok ağır olmalarına rağmen, kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngilizlerin doğuda asırlarca devam eden dostluğu ve iyiliksever siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz”. Oysa İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmanın derdindeydi. İstanbul hükümeti ile Padişah-Halife İngilizlere yaltaklanarak kendilerini ve devleti kurtarabileceklerini sanıyordu. Tarihte hangi devletin diğerine hoşgörüsü ve iyiliği olmuştu ki? Mezbahaya giderken kasabın bıçağını yalamaya benziyordu bu durum.
Savaş bittiğinde Osmanlı ve müttefiklerinin önlerine galipler tarafından önce ateşkes sonra da barış antlaşmaları kondu:
İlk barış antlaşmasını imzalayan Almanya oldu. En son barış antlaşmasını imzalayan ise Osmanlı Devleti oldu. Aslında bu İtilaf devletleri arasında Osmanlı üzerindeki rekabetin ve pazarlıkların açık bir göstergesiydi. Macaristan’ın geç imzalamasının nedeni ise bu ülkede yaşanan iç iktidar mücadelesiydi. Komünistler iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra Macaristan barış antlaşmasını imzaladı.
Yenilen devletlere imzalatılacak barış antlaşmaları için galip devletler Paris’te barış konferansı topladılar. Paris Barış Konferansı’nda Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın eline verilen ağır Sevr metni Padişah-Halife, Damat Ferit Paşa Hükümeti ve Saltanat Şurası tarafından onaylandı. Bu sürecin öncesinde Osmanlı Parlamentosu Vahdettin tarafından dağıtıldı, önde gelen milletvekilleri tutuklanıp Malta’ya gönderildi. Bunda amaç ağır barış antlaşması öncesi karşı geleceklerin susturulmasıydı. Vahdettin ve Hükümeti, parlamentoyu devreden çıkararak doğrudan İngilizlerle iş görmek istemekteydi. Bu işbirliği, elbette ihaneti de içermekteydi.
Sadrazam Damat Ferit Paşa adına Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis‘ten oluşan heyet, 10 Ağustos 1920‘de Sevr Antlaşması’nı imzaladı. BMM, Damat Ferit Paşa ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti (19 Ağustos 1920). Ankara İstiklal Mahkemesi de gıyaplarında idama mahkum etti (7 Ekim 1920). Ankara Hükümeti ve onun dayandığı BMM, Sevr Anlaşması’nı kabul etmedi ve tanımadı. İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği ve imzaladığı Sevr’in geçersiz olmasını sağlayan, onu Ankara Hükümeti’nin tanımaması ve yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr’in yerini Lozan’ın almasıdır.
Vahdettin’in ilginç bir cümlesi var: “Bizim hanedanımızda her türlüsü gelmiştir; sarhoşu gelmiştir, zalimi gelmiştir, delisi gelmiştir, aptalı gelmiştir, fakat dinsizi gelmemiştir”. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, TTK Yay., Ankara, 2010, s. 273). Ne yazık ki haini de gelmiştir.
Türkiye’de Lozan’ı küçültmek için Sevr’i olmamış, yarım kalmış, uygulanmamış gösterme çabası Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarında görülmektedir. Oysa bunun gerçek bir tarafı yoktur. 1914 sınırları (Birinci Dünya Savaşı öncesi) ile 1923 (Lozan) sınırlarını karşılaştırıp, “Lozan’da toprak kaybettik” demek aklı başında insanın, iyi niyetli bir insanın söyleyeceği söz değildir. 1914 ile 1920’yi (Sevr), 1920 (Sevr) ile 1923’ü (Lozan) karşılaştırmak gerekir. Dolayısıyla 1914 ile 1923 sınırlarını karşılaştırmak, koskoca Birinci Dünya Savaşı’nı ve yenilgisini, Mondros’u ve Sevr’i görmezden gelmektir.
Büyük Taarruz’un başarıyla sonuçlanmasıyla İzmir başta olmak üzere işgal altındaki vatan topraklarının kurtarılması ve Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 27 Ekim 1922 tarihinde Bursa’da öğretmenlere hitap eden Mustafa Kemal Paşa, Sevr ve onu imzalayanlar hakkında şunları söylemekteydi:
“Bütün dünya bir an şüphe etmesin ki, Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Küçük çıkarları için ve kendilerini koruma amacıyla milletin ve vatanın bağımsızlığını düşmanlara teslim etmekte sakınca görmeyen, bağımsızlığımızı imha etme şartlarını barındıran Sevres muahedenamesini kabul eden egemenlerin, sultanların, padişahların hikayelerini, bu gasplarını Türk milleti artık, ancak yalnız tarihte okur”.
Sevr’i imzalayan hainleri unutturmak isteyenler, Sevr’i unutturmaya ya da önemsizleştirmeye çalışmaktalar.
Henüz Lozan görüşmeleri devam ederken Batı Anadolu seyahati sırasında Alaşehir’de halka hitap eden Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin önüne yeni hedef koydu:
“Arkadaşlar! Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketinizi gerçek kurtuluşa ulaştırmış sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri başarılarımızla böbürlenmeyelim. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım”.
Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadronun en büyük amacı bir daha çöküşle karşılaşmamak için çağdaşlaşmak ve sanayileşmekti. Fabrika, Cumhuriyeti kuran kadro için en büyük kaleydi, en büyük vatan savunmasıydı. Atatürk, 1937’de “Makine sesi musikidir” derken, sanayileşmenin önemine dikkat çekiyordu. Cumhuriyeti kuran kadro, “fabrika” derken, 1980 sonrası Türkiye ne yazık ki giderek artan bir şekilde “inşaat” demektedir.
Lozan eleştirilemez mi? Elbette eleştirilebilir. Ancak insaf ölçüsünde… Örneğin 1923’te TBMM’de antlaşma onaylanırken hayır oyu veren milletvekilleri var. Neden mi? Onlar Misak-ı Milli sınırlarına ne ölçüde ulaştığını sorgulamaktaydılar.
Milli Mücadele’yi yürüten kadro Mondros imzalandığında işgal edilmemiş Osmanlı topraklarının bağımsızlığını savunuyorlardı. Bunun için savaştılar. Tam bağımsızlık uğruna küçük tavizler de vermek zorunda kaldılar. Çünkü daha fazlası için mücadele edecek ne insan gücü vardı ne de maddi imkan (para, silah, cephane…). Örnek verecek olursak İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül’dür. İzmir’in ilçesi Urla’nın kurtuluşu 12 Eylül, Çeşme’nin 16 Eylül, Karaburun’un 17 Eylül… İzmir’den Çeşme’ye bugün otobandan 45 dakikada ulaşabiliyorsunuz. O gün neden acaba bir haftada ulaşılabilmiş? 26 Ağustos’tan beri dur durak bilmeden, uyumadan savaşan Türk ordusunun gücü tükenmişti; askeri yorulmuştu; cephanesi bitmişti. Deniz kıyısından Urla’ya, Çeşme’ye giderken kıyıdaki süvarilerini – İzmir Körfezindeki Yunan ve İtilaf devletleri donanmasına karşı- koruyacak tek bir savaş gemisi bile yoktu. Niye 12 adaları alamadık diyenlere bunu da hatırlatmak gerekir.
Atatürk, bilindiği üzere Selanik doğumludur. Türk ordusu, 9 Eylül’de İzmir’i kurtardıktan sonra Selanik’i de almak istemez miydi? Atatürk, bunun imkansızlığının farkındaydı. Enver’in –ve bugün bazılarının- hayalciliğine sahip değildi. Gerçekçiydi. Milletin gücün sınırlarını ve bununla kumar oynamaması gerektiğinin bilincindeydi.
Kurtuluş Savaşı sonunda ve Lozan’da daha fazlası alınamaz mıydı? Elbette mümkündü… Eğer bugün Lozan’ı küçümseyenlerin maddi ya da manevi dedeleri askerden kaçıp ve Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp, isyan etmeseydiler... İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletlerine ruhlarını ve bedenlerini teslim etmeseydiler… Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadro bir de iç ihanet cephesiyle uğraşmasaydı…
Devletlerin sınırları kolay çizilmiyor. Çoğunlukla kanla, savaşla sınırlar çiziliyor. Lozan, savaşla elde edilen başarının masada onaylanması halidir. Lozan’da elimizde olup da kaybettiğimiz bir toprak yok. Hatta savaşmadan Trakya’yı dahi geri alabildik. Lozan’la ilgili olarak savaş meydanında kazandık, masada kaybettik edebiyatı yapılır. Ancak bunun gerçeklerle bir ilgisi yok. Tarihte savaş meydanında kazanıp masada kaybettiğimiz bir dönem var ama bu Lozan değil. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda büyük bir başarı kazanıp Atina’yı bile ele geçirebilecek noktaya geldikten sonra büyük devletlerin müdahalesiyle duran ve ardından masada ele geçirdiği toprakları geri veren padişah, II. Abdülhamit’ti.
Lozan ne yüz yıllık bir antlaşma ne de gizli maddeleri, gizli protokolleri var. Tarihi Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerden öğrenmemek gerek. Lozan bir başarı belgesi olduğu kadar büyük bir uzlaşma metni de. Türkiye’yi yüzyıllardan olmayan bir şekilde Batılı devletlerle eşit statüyle taşıyan bir antlaşma.
Bugün Lozan’a karşı olmak; vatana, Türk milletine ve Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e karşı olmaktır. Bu kadar açık ve nettir. Bugün bağımsız bir ülke olarak yaşayabiliyorsak, 100 yıldır barış içindeysek –ki tarihimizde bu kadar uzun barış dönemi yoktur- bunu Lozan’a borçluyuz. Lozan olmasaydı, Sevr olacaktı. Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmasıdır; Batı ile eşitliği sağladığı gibi siyasal ve ekonomik bağımsızlığı da getirmiştir.
Atatürk ve silah arkadaşları, Sevr’in yerine Lozan’ı koyarak tarihin akışını değiştirdiler. Sevr’i unutmamak ve Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye’yi insanlık aleminin ve uygar dünyanın saygın bir üyesi haline getirmek, hem Cumhuriyeti kuranlara ve hem de Türk milletine karşı borcumuzdur.