Mehmet Akif’i tarif etmek zor… Herkesin kendine göre bir Akif’i var. Seveni de var, sevmeyeni de… Akif, İslamcı kimliği ile bilinir… Bununla birlikte Akif, II. Abdülhamit’i sevmezdi. İblis’e rahmet okuttuğunu söylerdi. Yıldız’daki Baykuş da derdi… Akif, İttihatçıydı. İttihatçılığın İslamcı kanadındandı. Vatana olan bağı padişah-halifeye bağlığının çok üstündeydi.
Dindar bir adamdı Akif… Ama dindar olması, Padişah-Halife Vahdettin’e meydan okuyup Anadolu’ya geçip Milli Mücadele saflarına katılmasına engel olmadı… Tıpkı dönemin din adamları Ankara müftüsü Rıfat Börekçi, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi gibi…
Said-i Nursi, Milli Mücadele’yi desteklemek için Ankara’ya gelmezken Akif Ankara’da idi. Üstelik canla başla çalışıp halkı Milli Mücadele’ye desteğe çağıran konuşmalar yaptı. İskilipli Atıf, Teali İslam Cemiyeti içinde yer alırken ve Milli Mücadele’ye karşı çıkarken Mehmet Akif karış karış Anadolu’yu geziyor, halkı savaşa ikna etmeye çalışıyordu.
Cumhuriyetin ilanını takip eden süreçte 1924-1925 sonrasında Mısır’a gitti. Nedeni Milli Mücadele sonrasında kurulan yeni rejimin Akif’in istediği tarzda bir rejim olmamasıydı. Laikleşme-Sekülerleşme çabaları başlamış ve Akif ile Eşref Edip’in çıkardığı Sebilürreşad dergisi Takrir-i Sükun yasasıyla kapatılmıştı. Mısır’a Abbas Halim Paşa tarafından davet edilmişti. 1923-25 yılları arasında gidip gelmiş, ardından 1936 yılına kadar Mısır’da kalmıştı.
Bugün Akif’e kin kusan İslamcılar var… Cüppeli Ahmet gibi, Kadir Mısıroğlu gibi… Mısıroğlu, “Keşke Lozan yerine Sevr olsaydı” diyen adam…
Akif ise bakın Sevr için ne diyor?
“Ey cemaat, gözünüzü açınız. İbret alınız. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin boğazına sarıldığımızı anlamak zamanı sanıyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret (göç) edecek yer bulabilmişlerdi. Biz öyle bir akibete mahkum olursak başımızı sokacak delik bulamayız. Sevr, bizim için Avrupa’nın hazırladığı ölüm fermanıdır”…
Milli Mücadele için bir araya gelen insanlar birbirlerinden farklı siyasal eğilimler taşısalar da vatanı kurtarmak, düşmanı yurttan atmak için bir araya geldiler. Bu, farklı siyasal eğilimlerin bir araya geldiği bir koalisyondu.
Birinci Meclis’te Birinci Grup-İkinci Grup diye örgütlenen ve birbiriyle mücadele eden gruplar ortaya çıktı. Akif bunlar arasında aktif bir şekilde yer almadı. O, Anadolu’yu dolaşıp camilerde vaaz verdi. Halkı mücadeleye ikna etmeye çalıştı. Savaş sonunda umduğunu bulamayıp Mısır’a gittiğinde bile Türkiye aleyhine en ufak bir harekete karışmadı, Cumhuriyet rejimi aleyhine bir kelime laf etmedi.
Akif ve kuşağı aşağı yukarı (Atatürk de dahil olmak üzere) 19. yüzyılın son çeyreğinde doğdular. Koskoca bir imparatorluk gözlerinin önünde hızla dağıldı. O 40 yıllık süreci ne II. Abdülhamit ne de İttihatçılar tersine çevirebildiler. Bu travmatik bir dönemdi. Kayıplar o kadar büyüktü ki… Dinsel anlamda Mekke, Medine ve Kudüs ne ise, İttihatçılar için manevi olarak Selanik ve Manastır da oydu. Buraları da kaybedildi. Dağılan imparatorluğun kaybettiği toprakları terk etmek zorunda kalanların son sığınağı Anadolu idi. O da elden gitmek üzereydi. İşte bu durum Akif’e İstiklal Marşı’nı yazdırdı.
1920 yılı sonunda Batı Cephesi komutanı İsmet Bey (İnönü), milli bir marş yazılması isteğinde bulunur. Orduya moral olsun, motive etsin diye… Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından Mondros’la birlikte ordu dağıtılmıştı; padişah-halifeye rağmen yeni bir ordu kurulmaya çalışıyordu. Moraller bozuktu… Ülke her bir taraftan düşman işgaline uğramıştı. Düzenlenen yarışma sonucunda 724 şiir arasından Akif’in şiiri kazanır. Fakir bir adamdı Akif… Ankara soğuğunda paltosuz dolaşır da, yarışmadan gelecek ödüle tamah etmez Akif… Böyle de idealist bir insandı Akif.
Fransız milli marşı nasıl Fransız devrimi sırasında ve işgalci güçlerle yürütülen savaş dolayısıyla Fransız ordusuna atfen yazılmışsa, Türk milli marşı da Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusuna ithaf edilerek yazılmıştır.
Atatürk diyor ki:
“Bu marş bizim inkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklal marşımızda istiklal davamızı anlatması bakımından büyük manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır, hakk’a tapan milletimin istiklal
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur”.
Mithat Cemal Kuntay, Akif’e şu dizeleri okuyarak;
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
- “Bu sefer nasıl inandın?” der.
- “Başımızdaki adamı kim görse inanırdı” yanıtını alır.
Korkma, diye başlayan bir marş… Neden korkuyoruz? 1683’ten beri yenilmekten, geriye çekilmekten bıkmış, yorulmuş ve bitap düşmüşüz. Mondros ve Sevr’in ardından Anadolu da işgal edilmiş, gidecek ve geriye çekilecek yerimiz kalmamış… Dolayısıyla “korkma” denecek bir durum var. Çünkü korkuyoruz. Marşta iki kere korkma ifadesini geçiyor. Yok olma, vatanı elden yitirme korkusu haklı olarak iliklerimize işlemiş… Korkma, diyor ama marşın genel havasına bakarsak, emperyalist Batı’nın yenilmez olmadığına da vurgu yapılmaktadır:
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar…
Marşın içerisinde “ırk” kelimesi geçiyor. Ancak Akif, ırk kelimesini bugün kullandığımız anlamda kullanmamaktadır. Akif ırk’ı, “millet” anlamında kullanmaktadır. Zaman içerisinde kelimelerin anlamı değişmektedir. Örneğin “ülkücü” kelimesi 50 yıl öncesine kadar idealist anlamında kullanılırken, 50 yıldan bu yana milliyetçi/Türkçü anlamında kullanılmaktadır…
Akif, bugün kullandığımız ırk kelimesinin karşılığı olarak o dönemde kavmiyet kelimesini kullanıyordu:
Hani milliyetin İslâm idi? Kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
İstiklal marşı, Batı’ya karşı yüzyıllar boyunca üstünlük sağlamış ama sonrasında dağılma/yok olma noktasına gelmiş Türk milletinin, Atatürk’ün önderliğinde yürüttüğü bağımsızlık savaşının sembolüdür. Emperyalizme karşı yürütülen bağımsızlık savaşının sembolü olan bu marşta ve yazarında ırkçılık bulmak mümkün değildir.
İkinci Meşrutiyet döneminin aydınları geleceği gençlere emanet etmeye, yeni bir nesil yaratmaya yönelmişlerdi. Bu nesil Akif’te Asım’dır, Tevfik Fikret’te Haluk’tur… Akif’in hayali dinsel hurafelerden kurtulan bir nesil… Batı’da fen eğitimi alan bir nesil istiyor Akif… Nitekim Asım’ı Berlin’e fen eğitimi almaya gönderiyor. Bu dönemin sağcısı da, solcusu da gerçekçiydi. Dış güçlere, komplolara itibar etmez; her şeyin sorumlusu olarak kendini görürdü. Çözümü de kendinde bulurdu. Onlar çözümü modernleşmekte, hatayı da kendilerinde buldular. Buna Mehmet Akif de dahildi, Nazım Hikmet de…
Mehmet Akif 1918’de Mondros’un imzalanacağı günlerde İslam coğrafyasında yaşanan sorunları Şark adlı şiirinde, “emek mahrumu günler”, “tersiz alınlar” ve “Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar” şeklinde anlatmaktadır. Alınlar Terlemeli adlı şiirinde ise “aheng-i sa’y” (uyum içinde çalışma) çağrısı yapmakta ve “Bir yurdun alnından boşansın ter” demekteydi. Netice olarak Akif’e göre kurtuluş çaresi asırlar boyu süren tembellikten, miskinlikten kurtulup çalışmak, üretmek ve vatan için terlemekti. Akif’in İstiklal Marşı’ndaki dizelerinin habercisidir önceki bu iki şiiri… 19 Eylül 1918 tarihli Şark şiiri şu cümle ile biter:
“ ‘Hayat elbette hakkımdır!’ desin, dünya ‘değil!’ derken?” İstiklal Marşı’ndaki dünyaya meydan okuyuşu, Şark şiirinin son cümlesinde görürüz.
Ölümünden önce ülkeye döndü Akif 1936’da…
“Mısır’da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana içtenlikle fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da, milliyetçilik de, Müslümanlık da, hürriyetçilik de Türkiye’de ve Atatürk’tedir. Eğer varsa Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’in ömrüne katsın” diyen adamdır Akif.
Cumhuriyetin kurucularının da Akif ile sorunu yoktu. İstiklal Marşı’nı değiştirip yerine başka bir marş koymayı hiç düşünmediler. Her ne kadar Necip Fazıl aksini iddia etse de… Necip Fazıl’ın tarihe ilişkin çarpıttığı konulardan biri de kendisine İstiklal Marşı sipariş edildiği iddiasıdır.
1933 yılı yaz aylarında Cumhuriyetin 10. yılının kutlanması için ciddi hazırlıklara girişilmiş ve 10. Yıl Marşı da bu kapsamda yazılmıştı. Marşın yazarları Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’di. Bestecisi ise Cemal Reşit Rey’di. Cumhuriyetin 15. yılı öncesinde de, bir 15. Yıl Marşı yazılması ve bestelenmesi gündeme gelmişti. CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesi 10 Kasım 1937 tarihinde bir duyuru yayınlamış ve Cumhuriyetin 15. yılı için marş yarışması düzenlendiğini ilan etmişti:
Gazetede 14 Kasım 1937 tarihinde ise yarışmanın ayrıntıları ilan edildi:
1938 yılının Ocak ayı sonlarına kadar zaman zaman ilan küçük değişikliklerle yeniden yayınlansa da, yarışmanın sonu gelmedi. Bir başka deyişle yarışma süreci tamamlanmadı, yarım kaldı.
Olay burada kalsa iyi idi ama sonraki yıllarda bambaşka bir boyuta büründü. Bunun sorumlusu da Necip Fazıl Kısakürek’ti… Necip Fazıl, Babıali adlı kitabında bu olayı çarpıtarak ve değiştirerek şöyle anlatmaktadır:
“O senenin başlarında bir hadise olmuştur. Mehmet Âkif’in ‘İstiklâl Marşı’ beğenilmiyor ve yerine bir ‘Millî Marş’ yazdırılmak isteniyordu. Hattâ Ulus gazetesi bu iş için bir de müsabaka açmıştı. Gaye açıktı: Âkif’in manzumesindeki İslâmî hava, sonu lâisizmada karar kılan bir rejimin kaynağındaki heyecana, daha doğrusu maksada uygun sayılmıyordu. Yazana o zamanın parasıyla onbin lira mükâfat verilecek ve şiir Büyük Millet Meclisince kanunla kabul edilecekti.
Teklifi Mistik Şair’e ettiler ve şu cevabı aldılar:
— Millî marş denilen, ısmarlama ve âdi kalıplardan dökümlü işleri sevmem. Dünyada, zoraki tarih ve politika şöhretleri bir yana, millî marş halinde bir şiir harikası tanımıyor beşeriyet… Onbin Lira o kadar tatlı ki, gerekirse Halk Partisi Genel Sekreterinin (Recep Peker) Keçiören’deki evinin bahçesini bu para karşılığında çapalamayı kabul edebilirim; fakat bu rejim havası içinde ve birtakım şahıs pohpohlamaları uğrunda şiirimi alçaltmaya razı olamam!
Başta Falih Rıfkı Atay, Mistik Şair’e o kadar asıldılar, abandılar, her şartını kabul edecekleri teminatını verdiler ki, o da şöyle dedi:
— Peki, yazayım; ama içinde hiçbir hâs isim bulunmayacak ve sadece milletimden aldığım heyecan ve o heyecana vereceğim yön görünecek…
Ve yazdı. Sonunda ‘Büyük Doğu Marşı’ olarak kalan şiir… Burhan Belge’nin okuyup da zevkinden çıldırır gibi olduğu ve ‘aman, bu keşke bizim marşımız olsa!..’ diye haykırdığı şiir… Âkif’te hoşa gitmeyen İslâmî hava, asıl bu şiirde, gizli bir iklim kokusu halinde mevcuttu; ve kaba tebliğ plânında değil, ipince ve herkesin dilediği yere çekebileceği bir telkin ifadesine bürülü olarak veriliyordu.
Mesela:
Nur yolu izinden git KILAVUZ’un!
mısraındaki ‘Kılavuz’ Falih Rıfkı anlayışınca kim olursa olsun, Burhan Belge’ye göre de isterse (Marks) veya (Lenin) olsun; Mistik Şair ve mutlak hakikat nazarında, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamberler Peygamberinden başka kimse olamazdı.
Şiiri yuttular, şiire bayıldılar; onu asıl kabul makamına sunmak üzere, bir kadın aracıya verdiler. Fakat araya hastalık girdi, o makamın sahibi dünyadan ayrıldı ve şiir ‘Büyük Doğu Marşı’ olarak kaldı. Ne cilvedir ki, Mistik Şair’in o güne dek düşünmemiş olduğu ‘Büyük Doğu’ adı da bu şiir münasebetiyle mahyalaşmış oluyordu”.
Kaynağımız şu: Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1985, s. 279-281.
BÜYÜK DOĞU MARŞI
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!..
Şu tespitleri yapalım:
1. Marş yarışması, İstiklal Marşı yerine değil, 10. Yıl Marşı gibi bir marş hazırlanması içindi: 15. Yıl Marşı…
2. Ödenmesi planlanan söz (güfte) ücreti 10 bin lira değil 500 lira…
3. Necip Fazıl’a böyle bir teklifin yapıldığına dair ortada bir kanıt yok.
4. İstiklal Marşı’nın yerine yeni bir marş yazılması için bilinen herhangi bir girişim yok…
Geçmişte Cumhuriyet tarihine “muhalif” (!) bakanların “Yalan söyleyen tarih utansın” diye bir ifadeleri vardı. Oysa tarih yalan söylemez. Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl gibi tarihi gerçekleri çarpıtan ya da yalan söyleyenler var. Utanması gerekenler de onlar… Onlar utanır mı bilmem ama yalanlarına yanıt vermekte geç kalan biz tarihçilerin de utanması gerek… İstiklal Marşı’nın 100. Yılında hem tarihimize ilişkin yalanların ve hem de devletin kurucularıyla kavganın son bulması dileğiyle…