Ulusal Egemenliğin Kalesi: TBMM

Abone Ol

Tarihsel olarak baktığımızda ülkeleri yönetenler meşruiyetlerini mensup oldukları hanedandan, bu hanedanın ilahi/Tanrısal referansından aldılar. Bu, beraberinde mutlak monarşileri doğurdu. Ancak Ortaçağ Avrupa’sında feodal sistem gücün tek merkezde, mutlak monarşide toplanmasına için vermemekteydi. Üstelik Avrupa’nın sınıflı yapısı sınıfsal çatışmaları, rekabetleri ve hatta bazen işbirliklerini de beraberinde getirdi. Nitekim bu noktada ilk ilginç gelişme 1215’te İngiltere’de yaşandı. Mutlak monarşinin modern anlamda gücünün ilk kısıtlanmasının belgesi Magna Carta’dır. Bu metin, mutlak monarşinin sadece bir yürütme organına dönüşmesinin ve hukukun yürütmeden bağımsızlaşmasının önünü açtı. Buna göre, kimsenin malına haksız yere el konulmayacak, el konulan mallar sahiplerine iade edilecek, adalet satılmayacak ve geciktirilmeyecek, kocası ölmüş hiçbir kadın mallarına el koymak amacıyla kralın adamlarından biriyle evlenmeye zorlanmayacak… Diğer taraftan bu metin parlamentonun bir yasama organı olarak aynı yüzyılın sonlarında doğmasına imkan sağladı.Kralın keyfi uygulamalarının önüne geçmeye yönelik adımlara imkan sağlayan İngiltere’de çitleme hareketi çerçevesinde aristokrasi ile burjuvazinin işbirliği oldu. Tüm bunlar açısından bakıldığında yaşananları şöyle tasnif etmek mümkündür:

•       Toprak soyluların tarımsal kapitalizme (ticari tarım) yönelmesi

•       Tarımsal burjuvaziye dönüşen aristokrasinin kent burjuvazisiyle işbirliği

•       Mutlakıyetçi monarşinin sınırlandırılması ve bu çerçevede daimi açık parlamento geleneğinin ortaya çıkışı.

İngiltere’yle beraber erken demokratikleşen ülkelerden biri de İsviçre’dir. Bu ülkelerin demokrasilerinin kendilerine özgü bir şekilde geliştiğinin altını çizmek gerekir. Bununla birlikte tarım toplumunun yerini ticaretin almaya başlaması, coğrafi keşifler ve feodalitenin gerileyerek merkezi monarşilerin yükselişi, bugünün modern devletlerinin doğuşuna yol açan sonuçları doğurdu. 16. Yüzyıldaki bu gelişmeleri üç başlıkta toplamak mümkündür:   

•       Ulusal burjuvazilerin devletler tarafından desteklenmesi (Merkantilizm)

•       Vatikan merkezli kiliselerin yerine Ulusal kiliselerin kurulması (Protestanlık, Anglikan Kilisesi, Kalvinizm)

•       Ulusal dillerin yükselişi

Modern dünyayı şekillendiren bu gelişmeler filozofların da değişen dünya koşullarına göre değerlendirmeler, yorumlar yapmalarına imkan sağladı. Örneğin 17. Yüzyılda Thomas Hobbes, egemenliği devletin zor kullanma hakkı olarak tanımlarken, devletin bu meşruiyeti kendini oluşturan bireylerin iradesinden alması gerektiğini belirtmektedir. Aslında bu noktada ulusal egemenlik kavramına giden süreçte önemli bir adım atmıştır.

Ulusal egemenlik kavramının gelişiminde Fransız Devrimi’nin önemli isimlerinden Emmanuel-Joseph Sieyès’i anmak gerekir. 1789’da yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin 3. maddesi şöyledir: “Egemenliğin özü esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz”. Bu ifadeler egemenliğin, ulusa ait olduğu ve kimsenin bu egemenliği ondan geri alamayacağını ortaya koymaktadır. Bizde benzer ifadeleri Amasya Genelgesi’nde görmekteyiz.

Osmanlı’da padişahın mutlak monarşik gücünü kısıtlamaya yönelik ilk adım olarak 1808 tarihli Sened-i İttifak kabul edilmektedir. Ancak bu gerçek anlamda bir sözleşme olmadığı gibi Magna Carta ile kıyaslamak pek de mümkün değildir. Ayanlar Batılı anlamda ne aristokrat ne de barondur. Zayıflayan devlet otoritesi karşısında taşradaki güç odaklarının kendilerini meşrulaştırma çabasıdır. Sürecin mimarı Alemdar Mustafa Paşa’nın Yeniçeriler tarafından öldürülmesi, II. Mahmut tarafından sessizlikle karşılandığı gibi, aynı Padişah merkezi devlet otoritesini güçlendirmeye yönelmiştir.

Sonraki süreçte Padişah’ın gücünün sınırlanmasına yönelik aslında en kayda değer adım Gülhane Hatt-ı Hümayunu’dur (Tanzimat Fermanı). Bu ferman yine Magna Carta’dan farklı olarak bir toplumsal sözleşme/egemen sınıflar arası bir sözleşme olmayıp Padişah’ın ihsanı niteliğindedir. Ancak yine de görece başarılı bir metin olarak kabul edilmelidir. Padişah yasalara uymayı vaat etmekte, siyaseten katl ve müsadere sona erdirilmekteydi. Ahalinin eşitliği kabul edilmekte, din ayrımı yapılmadan can, mal, namus güvenliği sözü verilmekteydi.  

Osmanlı’nın mutlak monarşiden meşruti monarşiye, parlamentolu bir yönetime geçmesi Birinci Meşrutiyet ile oldu. 1876 Anayasası, ülkedeki toplumsal/sınıfsal dinamiklerin sonucu ortaya çıkan bir metin değildir. Batı’da aristokrasi ve burjuvazinin öncülük ettiği mutlak monarşinin gücünün kısıtlanması, yürütmeden yasama ve yargının ayrılmasına ilişkin çabalar Osmanlı’da görülmez. Örneğin Montesquieu’nün 1748 tarihli Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitabı modern demokrasinin, kuvvetler ayrılığının kült kitabıdır. Osmanlı’da ise süreç başka şekilde işlemiştir. Değişimin öncüsü Bürokrasidir; zaten Osmanlı’da Batılı anlamda burjuvazi ve aristokrasi yoktur, hatta yine aynı anlamda mülkiyet yoktur.

Bürokrasi ve aydınlar, mutlak monarşinin gücünün kısıtlanmasına iki noktada baktılar. Birincisi devlet mekanizmasının modernleştirilmesi noktasındadır. İkincisi ise meşruti bir yönetimde parlamentoya gayrimüslimleri ekleyerek ayrılıkçı akımların önünde bir dalgakıran oluşturma çabasıydı. Dolayısıyla Batı’da mesele sınıfsal iken bizde devlet kurtarma meselesiydi. Demokrasiyi, parlamenter rejimi devleti kurtarmak için bir araç olarak gördük. Ancak Birinci Meşrutiyet deyiminin ciddi kazanımları olmakla beraber, devleti kurtarmayı başarmak mümkün olmadı.

İkinci Meşrutiyet (1908), II. Abdülhamit’in otoriter yönetimine, mutlak monarşisine son verdi. Nitekim İttihatçıların sloganı, “Kahrolsun istibdat, yaşasın Hürriyet” oldu. Hürriyet, II. Meşrutiyet’in şiarıdır. İstiklal Savaşı’nın ve Cumhuriyetin şiarı ise, hakimiyeti milliye kavramıdır. Vahdettin’in mutlak monarşisine karşı, hakimiyeti milliye diğer deyişle ulusal egemenlik kavramı benimsendi. Bu kongreler döneminde de böyleydi, Birinci Meclis’te de böyleydi. Milletin kendi kaderine sahip çıkması gerektiğine dair ilk ifadenin yer aldığı belge aslında Amasya Genelgesidir. Orada geçen, “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesi bu kendi kaderini ele alma meselesinin özetidir.

105 yıl önce açılan Birinci Meclis ise, dünya tarihinde bağımsızlık/kurtuluş savaşı yürüten istisnai bir Meclis olması itibarıyla tarihi bir öneme sahiptir. Bu noktada Gazi Meclis unvanını fazlasıyla hak etmektedir. Meclis’in 71 üyesi, kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyasıyla ödüllendirilmiştir. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası, hem milletvekili olan hem de cephede savaşan milletvekillerine verilmiştir.

Birinci Meclis (1920-1923), kendisinden önceki ve sonraki meclislerin hepsinden daha güçlü idi. Yönetimin merkezinde, rejimin merkezinde Meclis vardı. Kurtuluş ve kuruluştan kaynaklanan bu yapısını yakın yıllara kadar, 2017’deki yönetim değişikliğine kadar sürdürdü. Kuvvetler birliği esasına dayanan Meclis, Vahdettin’in mutlak monarşisine karşı Konvansiyon Meclisi yapısına sahipti. Fransız Devrimi sırasında bütün gücü elinde tutan meclise benziyordu. Nitekim Atatürk, bu Meclis’e dayanarak İstiklal Savaşı’nı yürüttü, devrimleri yine bu Meclis’e dayanarak gerçekleştirdi. Kuvvetler birliği sistemi, Meclis’e devrimci bir nitelik kazandı. Gerçekten de Mahmut Esat Bozkurt’un 1924 yılında belirttiği gibi, bütün diktatörlükler meclislerden değil, şahıslardan/yürütme organından çıkmıştır.

1923’te Atatürk, Halk Fırkasını kurarken amaç olarak Türk milletine demokrasi/ulusal egemenlik, çağdaş bir Türkiye yaratmak ve hukuk devleti oluşturmak için rehberlik etmeyi parti tüzüğünün birinci maddesine koymuştu. Cumhuriyet Devrimi, idare-i şahsiye yönetimini bitirerek, hakimiyeti milliye esasını getirdi. Bunu kökleştirdi. Yozgat’taki mitingde köylülerin, çiftçilerin söylediklerini ulusal egemenliğin kökleştiğini, toplumun kaydettiği ilerlemeyi ve geri dönülemez noktaya gelişi göstermektedir. Mesele, millet olarak dünyadaki refah ve demokrasi sıralamasında yükseltmeyi başarmaktadır. Bunun yolu da milletin kaydettiği ilerlemeye uygun bir şekilde yönetimleri iktidara taşımaktan geçiyor.