Sadece Atatürk’ün değil milletin de annesi: Zübeyde Hanım

Abone Ol

Atatürk ömrünü vatanına adayan bir liderdi. Deyim yerindeyse annesi de ömrünü Atatürk’e adamıştı. Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik yakınlarındaki Langaza’da doğdu. 1870’lerin başında Ali Rıza Efendi ile evlendi. Atatürk orta halli bu ailenin çocuğuydu.

Zübeyde Hanım Karaman’dan Rumeli‘ye devlet tarafından göç ettirilen Yörük/Türkmen taifesindendi. Dolayısıyla evlad-ı fatihana mensuptu.

Zübeyde Hanım’ın Ali Rıza Efendi’den altı çocuğu oldu. Bunların dördü çeşitli hastalıklardan vefat etti. Yaşayan Mustafa Kemal ve Makbule oldu. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in erken döneminde çocuk ölüm oranları son derece yüksekti. Zübeyde Hanım’ın dört çocuğunun verem, difteri gibi hastalıklardan vefat etmesi o zaman için son derece sıralandı. Çocuk ölüm oranlarının azaltılması ancak Cumhuriyetin sağlık politikaları ile mümkün olabildi. Bu konuda dönemin Sağlık Bakanlarından Refik Saydam’ı rahmetle anmak gerekiyor.

Zübeyde hanım dindar kimliği ile bilinen ve oğluna da din eğitimi aldırmak isteyen bir kadındı. Bu noktada Ali Rıza Efendi ile ters düşseler de orta yol bulunup önce mahalle mektebine sonra modern bir okula gitmesine yönelik bir uzlaşmaya varmışlardı. Babasının 1890’da erken vefatı sonrasında Mustafa Kemal eğitimine kısa bir süre ara verdi. Bağımsız ve özgür karakterini daha çocukluğunda da taşıyordu ve bunun etkisiyle annesinden habersiz olarak askeri rüştiye mektebine yani askeri ortaokula yazıldı. Burasını da bitirdikten sonra Manastır Askeri İdadisinde yani lisesinde okudu.

O dönemde manastır Makedonya’daki önemli şehirlerden biriydi. Hatta Selanik’le beraber İttihatçılığın iki önemli kalesinden biri olarak tanımlanabilir. O da dönemin tüm vatanseverleri gibi yaşananlara tepkiliydi. O nedenle de Abdülhamit’in mutlak monarşisine karşı oluşan örgütlenme içerisinde yer aldı. Onların örgütlenme kapasitesi ve onların kuşağı gerçekten olağanüstüydü. Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, Abdülhamit iktidarının ilk yıllarında doğdular. Türk İstiklal Savaşı’nı yürüten ve cumhuriyeti kuran bu kuşak, ilahi bir tesadüfle aşağı yukarı aynı yıllarda, olağanüstü koşullarda devlet dağılırken doğan olağanüstü bir kuşaktı.

Harp okulundan mezun olduğu 1905 yılında Şam’a gitmeden önce Abdülhamit karşıtı örgütlenme içerisinde yer aldığından hapsedilmiş, daha sonra da Şam’a sürgün niteliğinde görevlendirilmişti. Bu durumu öğrenen annesi, onu uğurlamak için apar topar İstanbul’a gelmiş, kısa bir sürenin ardından Mustafa Kemal Şam’a gitmişti. Bu tarihten itibaren Zübeyde Hanım’ın oğlu için endişelenmeye başladığını söylemek mümkün. Bundan sonraki yıllar hep oğluyla ilgili kaygılanmakla ve üzüntüyle geçti.

Birinci Balkan Savaşı’nda Selanik’in yitirilmesi ile Zübeyde Hanım ve kızı İstanbul’a taşındılar.

Birinci Dünya Savaşı devam ederken oğlunun Suriye’de rahatsızlandığını öğrenen ve kör olduğunu düşünen Zübeyde Hanım zahmetli bir yolculuğun ardından Halep’e gitti ve oğlunu görüp bir miktar özlem giderip geri döndü. Dolayısıyla Mustafa Kemal’e dair annesinin endişeleri ve özlemi ömrü boyunca sürdü.

Mustafa Kemal’in annesiyle en uzun süre vakit geçirdiği dönemlerden biri Mondros Mütarekesinden sonra İstanbul’a geldiği tarih ile Samsun’a yola çıktığı tarih arasındaki altı aylık dönemdir (13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919).

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesinin ve direniş hareketinin liderliğini üstlenerek İstanbul ve Padişahla, İtilaf devletleri ile karşı karşıya gelmesi annesinin endişelerini arttırdı. Çünkü bu süreçte Zübeyde Hanım oğlundan uzakta ve İstanbul’daydı. Anadolu’daki direniş ve İstanbul arasındaki gerilimin tırmanması, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idama mahkum olması Zübeyde Hanım’ın kısmi felç geçirmesine neden oldu. Oğlu için kaygıları ve oğlunun içinde bulunduğu tehlike, Zübeyde Hanım’ın sağlığını da tehlikeye sokmuştu.

Üç yıllık ayrılığın ardından Büyük Taarruz öncesinde Haziran 1922’de Zübeyde Hanım gizlice Anadolu’ya geçti ve Mustafa Kemal tarafından Adapazarı’nda karşılandı. Akabinde Ankara’ya gelerek Büyük Taarruz öncesinde oğlunun yanında bulundu. Büyük bir gizlilikle yürütülen Taarruz hazırlıklarını Mustafa Kemal’in annesinden bile gizledi. Ancak annesi bir anne hassasiyeti ve hissiyatıyla, oğlunun cepheye gittiğini hissetti. Oğluna şu mesajı gönderdi:

“Oğlum, seni bekledim. Dönmedin. Çay ziyafetine gideceğini söyledin. Ama ben biliyorum, sen cepheye gittin. Sana dua ettiğimi bilesin. Harbi kazanmadan dönme”.

Zübeyde Hanım, oğlunun vatanı kurtardığını gördü. Ancak Ankara’nın sert iklimi sağlığına iyi gelmeyince, oğlunun evlenmeyi düşündüğü Latife Hanım’ın yaşadığı İzmir’e geldi. Sağlık durumunun giderek bozulduğu tarihlerde, 18 Aralık 1922’de İzmir’e geldi ve bir ay geçmeden vefat etti (14 Ocak 1923). Zübeyde Hanım’ın vefatı İzmir’in ve tüm vatanın kurtuluşundan 4 ay sonra gerçekleşti. Zübeyde Hanım, vatanın kurtuluşunu gördü ve ama oğlunun evlendiğini göremedi. O dönemin genç subay kadroları vatan sevgisinden ve cephede savaşmaktan evlenmeye vakit bulamamışlardır. Atatürk, annesinin vefatından iki hafta sonra evlendiğinde 42 yaşındaydı. Aynı şekilde Kazım Karabekir de evlendiği 1924 yılında, 42 yaşındaydı.

Zübeyde Hanım, Atatürk’ün isteği doğrultusunda sadece bir şekilde defnedildi. Atatürk, annesini İzmir’e emanet etti. Anıt mezarı yapılırken sade ve ağır bir taş konmasını isteyen Atatürk, mezar taşına da sade bir ifadeyle Atatürk’ün annesinin burada yattığının belirtilmesini istedi. Nitekim mezar taşında “Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımefendi burada yatmaktadır. Ölümü: 14.1.1923” yazmaktadır.

Atatürk, annesinin vefatından iki hafta kadar sonra, 27 Ocak 1923 tarihinde annesinin mezarı başında tarihe geçen şu önemli konuşmayı yaptı:

“Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne üzüntü verici görünüşler olur. Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için izin verirseniz acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım. Abdülhamit devrinde idi. 1320 (1905) tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine sebep olmuştur. Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Yanımda kendisinin arkadaşlık ettiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim, zaman annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberli olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu zan, kendisini felce uğratmış. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını acı, üzüntü içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı bin türlü bahanelerle ve nedenlerle basılır ve araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki, o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu.

Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir konu vardır ki, o da anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem, bu toprağın altında, fakat millî hâkimiyet sonsuza dek devam etsin. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet millî hâkimiyet sonsuza dek devam edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna üzerime almış olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hâkimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım. Millî hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun”.

Zübeyde Hanım dünya tarihini değiştiren, milletini ve vatanını kurtaran, çağdaş bir devlet kuran bir liderin annesiydi ve O, ömrünün son demlerinde de olsa bunun haklı gururunu yaşadı. Atatürk’ün annesi ömrünü oğlu için kaygılanarak geçirdi. Atatürk ise, ömrünü vatanına ve milletine adayarak geçirdi. İkisine de rahmet ve saygıyla…