İslam dünyasında yaklaşık 2 milyar civarında Müslüman var. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan devlet sayısı 50’den fazla. Bu devletler içerisinde köklü tarihi ve devlet aklı alan iki devlet var: Türkiye ve İran. İkisi de köklü imparatorluk geçmişi olan ve İslamiyet öncesinde de devlet kültürü ve ulusal kimliği olan toplumlar. Dolayısıyla ulusal kimlikleri dini kimliklerinin içinde erimeyen Türkiye ve İran, 20. Yüzyılın başında emperyalist devletler tarafından Ortadoğu’da oluşturulan, 1916 sonrasındaki Sykes-Picot Antlaşması ile sınırları çizilen kağıttan kaplan niteliğindeki devletlerden farklı.
Son günlerde İsrail’in Ortadoğu’daki önlemez saldırganlığı karşısında İran’ın alttan alışı karşısında, İran için “kağıttan kaplan” ifadesini kullananlara rastlanıyor. Buna çok da katılmadığımı ifade etmeliyim. Emperyalist devletlerin bölgedeki devlet yapılarını parçalamak için on yıllardır çaba harcadığı çok açık. Bu konuda ilk harcanan ülke Irak oldu ve Saddam yönetimi devrildi. Onu Suriye izledi. Gerçi Suriye, son anda Putin’in müdahalesiyle Irak’ın durumuna düşmediyse de, bölgede İsrail’e karşı pozisyon alacak gücünü yitirdi. Dolayısıyla Bölgede İsrail’e karşı tavır alacak dört devletten ikisi etkisiz hale getirildi. Bunda devlet dışı aktörler de kullanıldı (El Kaide, IŞİD). Bunlar bölgenin parçalanmasına hizmet ederken PKK-PYD gibi örgütler de bölgenin yeniden dizayn edilmesinde kullanılıyor. Irak’ın kuzeyindeki yapılanmanın bir benzeri yine ABD tarafından oluşturulmakta. Bu yapının Akdeniz’e ulaşmasına, son anda uyanan Türkiye engel oldu (Fırat Kalkanı, 2016).
Türkiye, ne yazık ki iki devletin parçalanması karşısında bu devletler aleyhine tavır aldı. Sıranın önce İran’a, sonra da kendisine geleceğini göremedi. Devlet aklının devreye giremeyişi olarak bunu yorumlamak isterim. İran bugün İsrail’in saldırgan tutumuna düşük yoğunlukta cevap vermeye çalışıyor. Muhtemelen İsrail, İran’ı tahrik edip ABD desteğiyle İran’ın nükleer tesislerini vurmak ve mümkünse İran’ı parçalamak istiyor. İran, bu tezgaha gelmiyor. Bu İran’ın kağıttan kaplan olduğu anlamına gelmez. Ancak İran’ı da abartmamak lazım. Kapasite sınırları da ortada.
Dediğim gibi İslam dünyasında devlet gibi devlet olan iki devlet var: Türkiye ve İran. Onlara buçuk devlet olarak Mısır’ı eklemek lazım. Dolayısıyla eder, 2,5 devlet. Geri kalanları devlet kapasitesi olarak çok da ciddiye almamak lazım. Türkiye ve İran’ın emperyalist devletlerin kuşatması altında olduğu açık. Onların hatası sarı öküzü vermekti. Sarı öküz de Saddam’dı ve dolayısıyla Irak’tı. Bölgede İsrail’i destekleyecek ve Batı’nın bölgedeki üslerinden biri oluşturulmak istenen Kürdistan.
Bölgedeki devlet mekanizmaları parçalanarak küçültülüyor. Üstelik Batı, bölgedeki devletleri yeniden inşa ederken konfesyonist bir modelde inşa ediyor. Konfesyonizm, ülke yönetiminin çeşitli dini ve etnik topluluklar arasında paylaştırılması demektir.
Bunun yakın tarihteki örneği Irak’tır. Elbette ki bu Irak, Saddam sonrası ABD’nin dizayn ettiği Irak’tır. 2003’te Irak’taki işgal ve yönetim değişikliğinin ardından, işgalci yönetim ülkedeki gücü üç etnik ve dini grup arasında paylaştırdı: Şii Müslüman Araplar (ki ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktadır), Sünni Müslüman Araplar ve Kürtler. Irak’ta inşa edilen sistem çerçevesinde Cumhurbaşkanı Kürt, Meclis başkanı Sünni Müslüman Arap ve Başbakan Şii Müslüman Arap. Bu gruplar arasında yaşanan gerilimler ve kırılgan yapı sürekli olarak çatışmacı bir niteliğe sahip. Üstelik kimlikler arası rekabet ortak bir milli kimlik inşasını engellemekte ve diğer tarafta ülkenin her zaman zayıf kalmasına yol açmaktadır. Diğer taraftan istikrarsızlık ve parçalanma tehlikesi her zaman kapıda.
Küçük Ortadoğu olarak tanımlanan birçok dinsel ve etnik grubun bir arada yaşadığı Lübnan’da da siyasi yapı, ülkenin kurucu belgesi olarak tanımlanan ve 1943 yılında üzerinde uzlaşmaya varılan Ulusal Pakt çerçevesinde, siyasi görevlerin mezhepler arasında nüfuslarıyla orantılı olarak paylaştırılması esasına göre oluşturulmuştur. Bu haliyle Batılı modelde bir demokrasiden ziyade yönetimin dinsel ve etnik gruplar arasında dağıtılması söz konusudur.
Ulusal Pakt ile Cumhurbaşkanının Maruni, Meclis Başkanının Şii, Başbakanın Sünni olması ve Parlamento üyelerinin Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında 6/5 oranında paylaşılması kararlaştırıldı. 1970’li yılların başlarında nüfusları artan Müslümanlar (Filistin meselesinin de etkisiyle) ülke yönetiminde daha fazla hak ve Meclis’te eşit temsil taleplerinde bulundu. 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Lübnan’da sayıları giderek artan Filistinli mülteciler de demografik yapının değişmesine yol açtı.
Lübnan iç savaşının (1975-1990) önemli nedenlerinden biri olarak görülen bu dengesiz siyasi yapı, 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşmasıyla kısmen değiştirildi. Söz konusu Anlaşmayla, Hıristiyan toplumundan seçilen Cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlandı, Meclis’te Hıristiyan ve Müslüman milletvekillerinin sayıları eşitlendi ve kendi içlerinde mezhep temelinde bölüştürüldü. Ancak, dinsel gruplar arasındaki siyasi güç mücadelesi devam etti ve bugün de halen devam etmektedir.
Lübnan’daki etnik yapı şöyledir: Şii, Sünni, Dürzi, İsmaili, Alevi (Nuseyri), Maruni Katolik, Rum Ortodoks, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Ermeni Katolik, Süryani Katolik, Süryani Ortodoks, Roman Katolik, Keldani, Asuri, Kıpti, Protestan.
Lübnan’daki önemli siyasi partiler şunlardır: Gelecek Hareketi (Sünni), Hizbullah (Şii), Özgür Yurtsever Hareket (Maruni), Lübnan Kuvvetleri (Maruni), İlerici Sosyalist Parti (Dürzi), Emel Hareketi (Şii), Taşnak (Ermeni), Hınçak (Ermeni), Ramgavar (Ermeni), Lübnan Demokratik Partisi (Dürzi), Kataib (Maruni).
Aslında Lübnan’da var olan kuvvetler ayrılığı Batılı anlamda bir kuvvetler ayrılığından ziyade, kuvvetlerin etnik ve dinsel gruplar arasında dağıtılmasından ibarettir ki, bu grupların sayısı bir hayli fazladır (18 ayrı etnik ve dinsel grubun varlığından söz edilmektedir). Benzer bir durum Irak için de geçerlidir.
Lübnan’da sistem siyasi parti/ideoloji değil, din/etnik grup temelinde kurulduğundan, uygulamada önemli kararlar ancak uzlaşma ile alınabilmektedir. Aşamalı olarak, dinsel/mezhepsel temele dayanmayan bir yapıya gidilmesi 1989 tarihli Taif Anlaşması sonrasında Anayasaya bir hedef olarak eklendiyse de bugüne kadar bu yönde herhangi bir çalışma yapılamadı. Yapılması da ihtimal dahilinde değildir. Lübnan bugün hem ciddi bir ekonomik ve ciddi bir siyasal krizle boğuşmaktadır. Diğer taraftan şu an İsrail saldırısı altındadır. Ülke nüfusunun üçte biri Şii’dir. Bu grup İran etkisi altındadır ve Hizbullah, bir siyasal parti/örgüt olmanın çok ötesindedir.
Her şeyin mezhepsel gruplar arasında paylaşıldığı Lübnan’ı konfesyonist cumhuriyet olarak tanımlamak mümkündür. Sorunların çözümü ve siyasal makamlara geliş uzlaşma ile olmak zorundadır. Uzlaşma olmadığında makamlar boş kalabilmektedir. Nitekim Lübnan’da devlet başkanlığı makamı boştur. Uzun yıllardır pamuk ipliğine bağlı istikrarını artık sürdüremeyen bir ülkedir Lübnan. Yine Lübnan Amin Maalouf’un ülkesi. Çivisi Çıkmış Dünya adlı kitabında Batı dünyasını eleştiren Maalouf, Batı’da demokrasinin sınıfsal, sosyal ve ekonomik temelde inşa edildiğine dikkat çekerken, Batı’nın Ortadoğu’da oynadığı rolü, mezhepleştirmeyi ve cemaatleştirmeyi eleştirmektedir. Bu durumun ülkeleri paramparça ettiği ortadadır.
Aslında konfesyonist modeli, ilk deneyen ülke coğrafyamızda Osmanlı oldu. Kısa ömürlü Birinci Meşrutiyet’te ve görece daha uzun ömürlü İkinci Meşrutiyet’te, parlamentoda mebusluklar dini gruplar arasında paylaştırılmıştı. Bunun Osmanlı’ya bir faydası olmadığı gibi, parçalanmayı da hızlandırdı. Nitekim coğrafyamızda halen aynı etki, artarak devam ediyor.
Çözüm laik bir milli kimlik etrafında, cemaat, mezhep ve din temelli, etnik kimliğe dayalı parçalanmayı aşarak yurttaş ve birey temelli bir ulus devlet inşasıdır. Bunu Atatürk başarmıştı.