Osmanlı Devleti, Türklerin tarihleri boyunca kurdukları en uzun ömürlü ve en büyük devlet oldu. Ancak bu devlet 20. Yılın başına geldiğinde geleneksel tarım imparatorluğunun dışına çıkamadığı için değişen dünya karşısında dağılmaktan kurtulamadı. Bu dağılış gerçekten hazindi. Bunun toplum üzerindeki etkilerini şöyle özetlemek mümkündü:
“… Türk köylerinin % 80’i sağlığa uygun olmayan çevrelerde kurulmuştu. Halkın % 14’ü sıtmalıydı. Frengi yaklaşık % 9 oranında yaygındı. Köylülerin % 72’si bitli olup her an tifüse yakalanabilecek durumdaydılar. Sağlığa uygun tuvalet vb. kolaylıklar % 97 evde söz konusu değildi. Ve bu koşullara sahip halkın % 7’si okur-yazardı.
İstanbul, İzmir, Beyrut gibi birkaç kentin dışında durum köylerden çok farklı değildi. Yüksek Bürokratik kademe, dışa bağlı tüccarlar dışında halk yani esnaf (zanaatkârı da içermektedir bu terim) ve küçük memurlar her gün artan geçim sıkıntısı içersinde yoksullaşmaktaydı. Şehirlerin hemen büyük çoğunluğu batı anlamında kentsel fonksiyonlara sahip değillerdi. Su, elektrik ve havagazı gibi kolaylıkların” birkaç büyük kente girdiği tarihler de 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına rastlamaktaydı (Bkz. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, 1973, s. 25).
Ayrıca devlet ve toplum savaş yorgunuydu. Yüz binlerce çocuğunu uzun savaş yıllarında harcamıştı. 1912-1922’ye, Birinci Balkan Savaşı’ndan Milli Mücadele’nin sonuna geçen süreçte insan kaybı çok yüksekti. Birinci Dünya Savaşı’nda toplam 375.000 askerimiz şehit düştü. Bunun yaklaşık 57 bini Çanakkale’de, 60 bini Sarıkamış’ta idi. Tüm savaş boyunca 202.000 askerimiz de esir düştü. İlave olarak Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar 400.000 yaralı, 240.000 hastalık sebebiyle ölüm, 35.000 alınan yaralar sonucu ölüm, 1.560.000 hasta, firar, kayıp vs sebeplerle yaklaşık 2.750.000 askerimizin savaş dışı kaldığı hesaplanmaktadır (Bkz. Cengiz Dönmez, "I. Dünya Savaşıyla İlgili Yurt Dışındaki Türk Şehitlikleri" Akademik Bakış Cilt 7 Sayı 14 Yaz 2014 s.137-162).
Dolayısıyla insan kaybı ve nüfusun büyük bir bölümünün eğitimsiz, sağlıksız oluşu Cumhuriyeti kuranların önündeki en büyük sorundu. Bir topyekun modernleşme ihtiyacı zorunluluktu. Bunu çözmenin bir yolu sanayileşmekse diğer boyutu ise eğitim ve sağlık seferberliği idi. Köye öğretmen göndermek en büyük sorunlardan biriydi. Burada üç önemli milli eğitim bakanını saygıyla anmak gerek: Mustafa Necati, Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel…
1923’teki okullaşma oranını Necdet Sakaoğlu şöyle vermektedir:
Saffet Arıkan, 26 Mayıs 1936 tarihinde TBMM’de bakanlık bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada, köy çocuklarının ancak % 25’inin okula gidebildiğini, bu şekilde çalışmaya devam edilirse, okulsuz 35.000 köye birer öğretmen göndermek için yüz yıl beklenilmesi gerektiğini açıkladı. Dolayısıyla köklü bir çözüm bulmak zorunluluktu. Önce Köy Eğitmen Teşkilatı ardından da Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu. Ancak Köy Enstitüleri sadece eğitim amacıyla kurulan okullar değildi. Onlardan beklenen bunun çok ötesinde, toplumsal ve ekonomik dönüşüm sağlamaktı.
Burada Köy Enstitülerini anlatacak değilim. Sadece İzmir’de açılan Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne değinmek istiyorum. Bu enstitünün olduğu yerde daha önce Amerikan koleji vardı. 1930’ların ikinci yarısında burada önce eğitmen kursu açıldı, ardından da Köy Enstitüsü… Kızılçullu Köy Enstitüsü…
Kızılçullu adı, bölgenin eski adı… Türkler, Kızılçullu diyor. Bölge tarihi su kemerlerinin olduğu ve Levanten yerleşimlerinin bulunduğu bir bölge, yeşil ve sulak bir alan… Bu nedenle Paradiso (Cennet) de denmiş… 1954’te ise Şirinyer olması gündeme gelmiş…
Kızılçullu adı ortadan kaldırılırken Köy Enstitüsü de tasfiye edilmiş. Yer, NATO’ya tahsis edilmiş. Bölgenin adı da tarihten silinmeye çalışılmış. Soğuk savaş ikliminin etkisiyle “Kızıl”dan, Köy Enstitüsü’nden duyulan rahatsızlık, adını daha zararsız ve “şirin” bir ifadeye bırakmış: Şirinyer…
Cumhuriyet Arşivi’nde bu konuda bir belge de bulunuyor. Dosya, “İzmir'in buca nahiyesindeki Kızılçullu İstasyonu adının ‘Şirinyer’ olarak değiştirilmesi” adını taşıyor.
28 Haziran 1955 tarihli ve Dahiliye Vekili imzasıyla Başbakanlığa sunulan belge, “Kızılçullu istasyonunun adının (Şirinyer) olarak değiştirilmesi” konusunda olup, konuya ilişkin karar ve gerekçe ekinde sunulmaktaydı. Gerekçede Buca Belediyesi sınırları içerisinde yer alan Kızılçullu mahallesinin adının Şirinyer olarak değiştirildiği belirtilmektedir. Ekim 1954 tarihli karar Ocak 1955’te İl Genel Meclisi tarafından da onaylanmıştı. Mahallenin adının değişmesi üzerine tren istasyonunun adının da değiştirilmesi talep edilmiş ve Başbakanlıktan bu istenmekteydi. Dolayısıyla Kızılçullu adı her yerden kazınıyordu. Mahallenin adı değiştirilmiş, Köy Enstitüsü kapatılmış ve tren istasyonunun adı da değiştirilmek isteniyordu. Ulaştırma Bakanlığı da bunu uygun görmüştü. İlk değişim Köy Enstitüsü ile başlamış, ardından mahallenin adı değişmiş ve en son da istasyonun adı değişmişti. Karar cumhurbaşkanı Bayar tarafından da 26 Temmuz 1955 tarihinde onaylandı. 28 Temmuz 1955 tarihinde de Başbakanlık tarafından Dahiliye Vekaleti’ne gönderildi. Böylece işlem tamamlanmış oldu…
Bir semtin tarihine müdahale, aynı zamanda tüm tarihimize müdahaledir. “Kızıl” kelimesi, bir zamanlar komünizm adına birilerini rahatsız etmiş olsa da, bu ilkel bakış açısından bugün kurtulmak gerekmez mi? Üstelik ortada komünizm yokken de bu kelime vardı… Muhtemelen kızıl ve çul ifadeleri, Türk boylarının isimlerinden yola çıkılarak verilmiş olsa gerektir.
Gerçi bugün Şirinyer İstasyonu bile yok. Geçmişe saygıdan dolayı bari Şirinyer İzban İstasyonu’na mı Kızılçullu İstasyonu desek?