Osmanlı İmparatorluğunun dağılma dönemini anlamak isteyenler, zamanın ruhunu ve hissiyatını kavramakta bir hayli zorlanacaklardır. Bu dönemde yaşananlar travma olarak nitelenebilir. Dönemin aydınlarının duygu durumunu ve toplumun yorgunluğunu en iyi anlatan iki kitaptan biri Falih Rıfkı Atay’ın 1932’de yayınlanan Zeytindağı’dır. Diğeri ise Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ıdır. Her iki kitabı -diğer birkaç kitapla birlikte- öğrencilerime Osmanlı’nın çöküş sürecini anlamak açısından öneririm. Birkaç aydır Filistin topraklarında yaşananların benzerleri 100 yılı aşkın bir süre önce yine aynı topraklarda yaşandı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu topraklarda yaşananları Falih Rıfkı canlı, akıcı ve duygusal bir dille anlatır. Kendisi de olayların tanığıdır.
Zeytindağı, İttihat ve Terakki’nin üç önemli isminden biri olan Cemal Paşa’nın Kudüs’teki karargahının olduğu tepenin adıdır. Savaş yıllarında Falih Rıfkı askerliğini burada, Cemal Paşa’nın yanında yapar.
Kitabının “Bizim imparatorluk” adını taşıyan başlığın altında Kudüs için şunları söyler:
“Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz”.
Ardından da şöyle devam eder:
“Kamame kilisesinin (Kutsal Kabir Kilisesi) Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin… Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı”.
Falih Rıfkı, Türklerin İslam kimliği nedeniyle Araplaştıklarına dikkat çeker:
“Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum”.
İslamiyet ile Arap kültürünü karıştırmak 100 yıl sonra halen bir ölçüde etkili. Atatürk’ün ve Cumhuriyet kadrolarının amacı, milli kimliğini yitirerek ümmetleşme eğilimindeki toplumundan laik bir Türk milleti yaratmaktı.
Modern çağların sömürge imparatorluklarından farklı olarak ele geçirdiği topraklara Osmanlı ne Türk kültürünü ne de Türk dilini götürüp yerleştirmişti:
“Suriye, Filistin ve Hicaz'da:
- Türk müsünüz?
Sorusunun birçok defalar cevabı:
- Estağfurullah! idi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu”.
Bizim imparatorluk, yani “Osmanlı İmparatorluğu, Trakya 'dan Erzurum' a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi”.
Evet, Osmanlı ne kapitalist ne de emperyalistti:
“Kudüs'ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakallan baharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu Kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış: ‘-Geç yiğitim, geç!’ diyordu”.
Falih Rıfkı, “Musa Oğulları” başlığı altında şunları söyler:
“Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs'te, ne de Filistin'de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. (…)
Kudüs 'ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap”.
Bu bölümün devamında Musevi-Arap karşılaştırması yapan Falih Rıfkı’nın söyledikleri, bugünün İsrail-Filistin coğrafyasına çok benziyor. Hatta Osmanlı’nın son döneminden bugüne ekonomik ve kültürel üstünlük noktasına bir şeyin değişmediğini gösteriyor. Üstelik bugün, buna siyasi ve askeri üstünlük de eklenmiş:
“Yafa'dan Kudüs'e kadar Yahudi Filistin'i birkaç defa dolaştım. Filistin'in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin'dir. Köylerinde akşamları simokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızlan dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.
Eski Filistin'de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır.
Yahudi Filistin'de kasabalar, portakal kokuları ile düzgün şosalar, frenk incirleri ile çevrilmiştir. Şubat ayında göğüsleri ve enseleri açık kadınlar, keskin kokulu gül demetleri ve olmuş portakallarla süsledikleri zengin otel salonlarında, gözleri engine dalmış, harp sonunu beklemektedirler.
Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.
Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir. Yahudiler tedhiş kasırgasını Üzerlerinden defetmek için hiçbir gösterişi esirgemediler. Köylerinde bize her zaman portakalların en olmuşunu, şarapların en eskisini ikram ettiler”.
Falih Rıfkı, tüm bunlara rağmen Cemal Paşa’nın Yafa’daki Musevileri Hama ve Humus’a sürdüğünden bahseder. Bunun nedeni savaş yıllarındaki kıtlık kadar, Musevilerin İngiliz istihbaratı için yaptıkları çalışmalardı.
Kitabının “Allahaısmarladık” başlığını taşıyan bölümde Kudüs’ün kaybını anlatır Falih Rıfkı. Kudüs’teki Türk/Osmanlı egemenliği tam 400 yıldır (1517-1917). Balkanların kaybının ardından Arap coğrafyasının kaybı dönemin yöneticileri ve aydınları için travmatiktir:
“Karargahın içinde: ‘Kudüs düştü!’ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Halep'e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı”.
Kudüs’ün İngilizlerin eline geçişi, Müslümanların elinden Hıristiyanların eline geçişi demekti. Ancak dönemin Arap toplumu bunun çok da farkında değildi. Sykes-Picot antlaşması çerçevesinde kurulacak birleşik Arap devletini hayal etmekteydiler. Ancak hayaller başka, gerçekler başka oldu. Hayaller Birleşik Arap Devleti, gerçekler önce emperyalist paylaşım sonra da İsrail devleti oldu. Aslında o tarihlerde, Osmanlı’ya karşı ayaklanan Şerif Hüseyin, İttihatçılar için, “Hele toz duman bir dağılsın / Ata mı bindir eşeğe mi anlarsın” demişti. Ancak bırakın eşeğe binmeyi, eşekten düşen kendisi olmuştu. Birleşik Arap Devleti’nin başına geçemediği gibi, Hicaz’ı da Suud ailesine kaybederek sürgüne gitmek zorunda kalmıştı.
Arap coğrafyası 1920’de Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında kabul edilen Misak-ı Milli’nin dışında kaldı. Orada kurulan manda rejimleri Araplar arasında hayal kırıklığı yarattı. Türkiye, oradaki gelişmeleri yakından takip etse de, sorunlara doğrudan müdahil olmadı. Örneğin Atatürk’e atfedilen “Filistin için kanımızı dökmeyle hazırız” sözü doğru değildir. Türkiye, 1930’lu yıllarda dış politikada barışçı yöntemlerle sorunlarını çözmeye yönelmişti. Nitekim bu kapsamda bölge ülkeleriyle Sadabat Paktı’nı (1937) kurdu. O tarihlerde Filistin meselesi bugünkü gibi yine sorun yumağı halindeydi. İngiliz mandaterliği altındaki bölgede Arap milliyetçileri ile Siyonist Museviler arasında gerilim tırmanmaktaydı. İngilizler de Filistin gençliği aleyhine bir tavır içerisinde idi. Kudüs’teki Türk konsolosluğu şu değerlendirmeyi yapmaktaydı:
“İngiliz boyunduruğu ve Yahudi istilasından çok ıstırap çeken Filistin gençliğinin yurdumuza ve büyüklerimize karşı derin sevgi beslemekte ve kurtulmalarının müdahalemizle mümkün olabileceğine iman ederek bu duygularını alenen izhardan çekinmemekte oldukları Kudüs konsolosluğundan bildiril”mekteydi (1936).
Sonuç olarak 100 yıldır değişen bir şey yok. Yine Filistin gençliği geçmişteki gibi bugün de Türkiye’den beklenti içerisinde. İnsani değerler itibarıyla kaygı duymak ve yardımda bulunmak ne kadar doğru ise, kendimizi ateşe atmamak da o kadar doğru… Tarihten ders çıkarmak gerek.