İnönü, Atatürk’ün en yakınındaki isimlerin başında gelen biri olarak Atatürk’e laf edemeyen Laik Milli Cumhuriyet’in düşmanlarının en büyük hedeflerinden biri. Atatürk’ü eleştiremeyenlerin en yakın hedefi İnönü oluyor. Bazen Türkçü cenahta da İnönü’yü hedefe koyanlar oluyor. İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Türkçülerin tutuklanmaları buna gerekçe olabiliyor. Iskaladıkları şey şu ki, o dönemde adı geçen Türkçülerin çoğu Almanya yanlısıydı. İnönü, denge siyasetiyle savaşın dışında kalma amaçlamaktaydı. Dönemin satranç tahtasından hasarsız kalkan isimdir İnönü. Diğer taraftan Sovyet tehdidi ve memleketteki antikomünist hava İnönü’yü aşacak boyutlarda idi. Başta ABD olmak üzere Batı dünyasına yakınlaşmak böylesi bir zorunluluktan doğdu. Köy Enstitülerinin kapatılmasının yolunu açmak ve ABD’ye yakınlaşmak da solcu ya da Kemalist camianın İnönü’ye hedefe koymalarının nedeni. Birbirleriyle alakası olmayan hatta birbirlerine hasımlığı olan kesimlerin İnönü düşmanlığında birleşmeleri kayda değer.
Milli Mücadele’nin Batı Cephesi komutanı, Mudanya ve Lozan kahramanı, Cumhuriyetin ilk başbakanı, Atatürk’ten sonra ikinci Cumhurbaşkanı, Türkiye’de çok partili hayata geçişin bir numaralı mimarı, Türkiye’nin ilk koalisyon hükümeti başbakanı, Ortanın Solu fikrinin öncüsü, Türk demokrasisinin uzlaşmacı ve barışçı ismi İsmet İnönü’nün vefatının 50. yılı (25 Aralık 1973)…
İnönü, Kurtuluş Savaşı yıllarında İnönü savaşlarının komutanı ve Batı cephesinde yürütülen savaşta Atatürk’ün en yakınında yer alan isimdi. Ardından Mudanya Ateşkes ve Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye’nin diplomatik temsilcisi oldu. Savaş meydanlarından ayağında çizmeyle gelen İnönü, Mudanya’daki başarısını Lozan’a da taşıdı. Lozan, Cumhuriyetin kurucu antlaşması olarak tarihteki yerini aldı. 100 yıldır barış içerisinde yaşayabilmemizin teminatı oldu. Lozan’ın mimarı İnönü, Cumhuriyetin de ilk başbakanı oldu. 1937 yılına kadar –kısa bir ara dönem hariç- başbakanlık görevini sürdürdü.
Cumhuriyeti kuran kadro, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan parti kavgalarının, siyasal çatışmaların zararını Kurtuluş Savaşı yıllarında bile yaşadılar. Bu nedenle de Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayrışma ve siyasal çatışmayı ortadan kaldırmaya girişti. 1931 yılında yapılan genel seçimler öncesinde, seçmenlere hitaben yayınladığı seçim bildirisinde “Yurtta sulh, cihan sulh için çalışıyoruz” dedi. Bu politikayı hem iç siyasette hem de dış siyasette uyguladı.
Dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin yükseldiği; Hitler, Stalin, Mussolini, Salazar ve Franco’nun iktidarda olduğu ve İkinci Dünya Savaşı’na pupa yelken gidildiği bir dönemde, etrafını barış deniziyle kuşatmaya, bir barış adası olmaya yöneldi. Bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirerek Sadabat Paktı ve Balkan Antantını kurdu; hem Sovyetler Birliği ve hem de Batı dünyası ile aktif, şeffaf ve barışçı bir politika geliştirdi.
Atatürk, dünya ile barış içinde yaşama politikasının yanı sıra ülke içinde de siyasal bir barış ortamı yaratma politikasını benimsedi. Devrimlerin gerçekleşmesi ve rejimin oturmasının ardından iç barış amacıyla Atatürk, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ile barışarak onları siyasal sisteme entegre etti. Atatürk’ün vefatının ardından İnönü, barışma siyasetini (İnönü’nün mürüvvet siyaseti diyenler de vardır buna!) devam ettirdi. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay siyasal sisteme eklemlendiler. Bu barışma siyaseti, Cumhuriyetin kurucularının zihniyet dünyasını bize göstermesi açısından anlamlıdır. Hatta İnönü, 1960’ların ikinci yarısında Celal Bayar ile barışarak onun siyasal haklarını kazanmasına öncülük etti. Benzer şekilde hakem cumhurbaşkanlığı işlevini Atatürk 1930’da SCF deneyimi sırasında İsmet Paşa-Ali Fethi Bey arasında yaparken; İsmet Paşa da aynı hakemliği 1947’de Celal Bayar ile Recep Peker arasında (12 Temmuz Beyannamesi) yaptı.
Kurucu kültür, demokratik altyapıya sahip olmayan ve siyasal çatışma kültürü yüksek olan ülkede demokrasinin altyapısını oluşturmaya ve siyasal barış ortamı yaratmaya girişti. TpCF (1924-45) ve SCF (1930) denemeleri başarısız olsa da, bağımsız milletvekilliği ve Müstakil Grup uygulamaları da çoğulculuk arayışının parçalarıydılar. Demokrasi için yetersiz olsa da dünyada demokrasinin gerilediği bir dönemde (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde) demokrasi idealini diri tuttular.
Demokrasi Devrimi’ni tamamlamaya ve demokrasi idealini gerçekleştirmeye Atatürk’ün ömrü yetmedi ama bunu tamamlayan İnönü oldu. Cumhurbaşkanı olmasından kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesi’nde verdiği konferansta söyledikleri demokrasi hedefini ortaya koymakta idi (6 Mart 1939):
“Halkçı bir yönetimin bütün yüksek ve ileri aşamaları sürekli olarak gerçekleştirilecektir. Milletin denetim ve kontrolü, yönetim üzerinde gerçek ve eylemsel olmadıkça ve böyle olduğu millet tarafından benimsenmedikçe, halk yönetimi vardır denilemez”.
İnönü, halkçı bir yönetimden söz ederken demokrasiden söz ediyordu. Nitekim 6 ilkeden biri olan Halkçılık demokrasiden başka bir şey de değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde dile getirilen bu hedef, savaş dolayısıyla gerçekleştirilememiş ve savaşın dumanı daha dağılmadan yeniden gündeme gelmişti. İnönü, Cumhurbaşkanı olarak yaptığı 19 Mayıs konuşmasında (1945) demokrasinin kapısını açmıştı:
“Memleketimizin siyasi idaresi; Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla, gelişmeye devam edecektir. Savaş zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. En büyük demokrasi kurumumuz olan Büyük Millet Meclisi, ilk günden itibaren idareyi ele almış ve memleketi demokrasi yolunda sürekli olarak ilerletmiştir. Büyük Meclisin şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği gerçek; halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur. Büyük Meclis, az zaman içinde büyük devrimler geçirmiş bir memleketin, sarsıntılara uğramadan, daha çok ilerlemesini sağlayacaktır. (…)”.
1945’te çok partili hayat geçişte iki temel etkenin belirleyici olduğunu söylemek gerekir. Biri İnönü etkisidir. Diğeri de Cumhuriyetin kurucu kültürünün idealini gerçekleştirme, demokrasi devrimini tamamlama isteğidir. Son olarak İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin bu geçişi kolaylaştırdığı gerçeğini de belirtmek gerekir. Ancak çok partili hayata geçişi sadece dış dinamiğe bağlamak doğru değildir. Türkiye’nin sadece Sovyet tehdidi dolayısıyla ve Batı’nın desteğini kazanmak için çok partili hayata geçtiği iddiası gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda Salazar diktatörlüğü ile yönetilen Portekiz’in 1949’da NATO’nun kurucu üyelerinden biri olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir.
İnönü çok partili hayata geçilen 1945 yılında 61, DP’nin iktidarı devraldığı 1950 yılında ise 66 yaşında idi. Milli şefliği, değişmez genel başkanlığı ve cumhurbaşkanlığını geride bırakıp muhalefet partisi liderliğini üstlenmeyi kabullenebilmişti. Çünkü O, kendi sağlığında Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşmasını görmek, iktidar değişiminin normal yollarla gerçekleşmesini sağlamak amacındaydı. Atatürk’ün 57 yaşında vefat ettiği düşünülürse, İnönü de kendisi vefat etmeden demokrasinin ülkede aksamadan yerleşmesi derdindeydi. Olası aksaklıklara kendi sağlığında gereken müdahaleleri yapmak, bunlara karşı çözüm bulmak istiyordu. İnönü çok partili yaşama geçmeden vefat etseydi, ne olurdu? Bunun yanıtı kaos olsa gerektir. İnönü, cumhuriyetin son devrimi olan demokrasi devrimini tamamlama ve iktidarın seçimle değişmesini kurumsallaştırma ile Cumhuriyete karşı son görevini yerine getirmek istiyordu. Bunda da son derece haklıydı. Çok partili hayata geçişe kendi partisinin içinden bile ciddi muhalefetin olduğu günlerde, demokrasi devriminin tamamlanmasının en büyük mimarı oldu.
Çok partili yaşama geçmenin bedeli dönemin konjonktüründe Köy Enstitülerince ödendi. İnönü bu nedenle eleştiriliyor. Ancak Köy Enstitülerini kuranın da İnönü olduğu gerçeği görmezden geliniyor. Savaş yılları boyunca ve o zorluklar altında İnönü Köy Enstitülerini parti içerisindeki muhalefete rağmen destekledi. Hasan Ali Yücel ve Tonguç’tan enstitülerin sayısının 20’den 60’a çıkarılmasını isteyen de İnönü’ydü. Onlar bunun imkansız olduğu söyleyince İnönü, “Savaş bitince bize bunu yaptırmazlar iyi düşünün” diye ısrarcı olmuştu. Zaman İnönü’yü haklı çıkardı. Şüphesiz İnönü, Atatürk değildi. Ondan niye Atatürk gibi davranmadığının hesabını sormak işin kolaycılığıdır. Bener şekilde neden 12 Adaları almadığının hesabını sormak gibi.
1951 yılında ünlü siyaset bilimci M. Duverger, Türkiye’deki tek parti yönetiminin kendiliğinden ve demokratik bir seçimle iktidarı muhalefete devretmesinin istisnalığını şöyle yorumlamaktadır:
“Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir. (…) … Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkan verebileceğini göstermektedir.”
CHP’nin 1945 sonrasında attığı demokratikleşme adımlarını ilk başta DP de sürdürdü. Basın Kanununda yapılan değişikliklerle sağlanan özgürlükler ve siyasal af konusu da anılması gereken adımlardır. Ancak sonraki yıllarda DP’nin giderek otoriterleşmesi ve yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki baskın konumu, ilk yıllardaki umutlu havayı ne yazık ki dağıttı. 1956’da İnönü, DP iktidarına gidişin demokrasiden mutlakıyete doğru olduğu uyarısında bulundu:
“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten (monarşiden) bugüne (demokrasiye) geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz”.
İnönü, gelişmekten yanaydı, geriye gitmekten yana değildi. Nitekim DP’nin 1946 seçim yolsuzluklarından söz etmesine de şöyle cevap verdi:
“Ne olmuş? 1946’yı almış, 1950’ye getirmişim. Kusurları günden güne düzeltmişim. Milletin emanetini alıp millete vermişim”.
Gerçekten de İnönü 1946 seçim yolsuzluğundan 1950’deki demokratik ve dürüst seçimlere ülkeyi getirmişti. DP ise, 1950’deki dürüst ve demokratik seçimlerden 1957 seçim yolsuzluğuna…
İnönü, 1957 seçimleri öncesinde, Konya’da yaptığı konuşmada iktidarı bıraktıktan sonra da halktan saygı görmenin önemine değindi:
“Bütün rakiplerimi, karşıtlarımı imtihana davet ediyorum. İktidardan düştükten sonra, 7 yıl sonra Konya’da vatandaş önünde benim gibi konuşabilirler mi? Yaldızlı hilat insanın sırtından çıktıktan sonra (iktidardan ayrıldıktan sonra), sokaktan geçerken vatandaş sevgi gösteriyorsa o önemlidir”.
İnönü’nün 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında da demokratik rejime dönüşte önemli katkıları oldu. 1961 yılında yapılan seçimlerle birlikte Türkiye tarihinin ilk koalisyon hükümetini İnönü kurdu. Bu, demokratik yeniden rejimin kurulması yolunda önemli bir adımdı; ama yeterli değildi. Çünkü ordunun siyasal yaşamdaki etkisi devam etmekteydi. Menderes’lerin idamını engellemeye gücü yetmese de CHP ile AP arasında kurulan koalisyon hükümeti, iki parti geleneğinin (CHP-DP) bir araya gelmesi açısından son derece önemliydi. Bu tarihten 30 yıl sonra 1991’de DYP-SHP koalisyon hükümetinin kurulmasında benzer bir rolü oğlu Erdal İnönü oynadı.
Siyasal açıdan normalleşme ve ordunun siyasal yaşamın dışına çıkarılması konusunda Başbakan İnönü büyük çaba harcadı. Tüm harcanan çabalara rağmen, 1962 ve 1963 yıllarında iki darbe girişimi oldu: Talat Aydemir… Söz konusu iki darbe girişimi de İnönü’nün kararlı tutumu ve izlediği strateji sayesinde önlendi.
İnönü, yaklaşık 80 yaşında iken iki darbe önleyen, 80 yaşını geçtikten sonra partisini ortanın solunda tanımlayan, yeniliklere kapısını hiç kapamayan; kendisini, partisini ve ülkesini yenilemenin peşinde olan bir liderdi… CHP’de bir İnönü Okulu yarattı. Ülkesinde demokrasinin kurucusu oldu ve Cumhuriyetin de koruyucusu…
İnönü Cumhuriyetin ilk 50 yılına damgasını vurdu. Son 50 yılında ise halen etkisi hissedilen bir lider. 100 yıllık Cumhuriyet tarihine bakıldığında cumhurbaşkanı ve başbakan olarak en uzun süre görevde kalan isimler; İnönü, Demirel ve Erdoğan. Son 100 yıla damgasını vuran bu isimlerin tarihimizdeki yerini elbette tarih ve tarihçiler değerlendirecektir.
Cumhuriyetin kurucularının 1923’te önümüze koyduğu demokrasi, hukuk devleti ve çağdaş bir toplum/devlet hedefine Cumhuriyetin ilk yüz yılı bitmesine rağmen halen tam olarak ulaşabilmiş değiliz. Üstelik laik demokratik milli cumhuriyet, ümmet ile Türkiyeli kimliği arasına sıkışmış durumda. Hem bu tehlikeyi bertaraf etmek hem de Cumhuriyetin kurucularının önümüze koyduğu hedefe ulaşmak bizlerin görevi.
Vefatının 50. yılında Cumhuriyetin ikinci adamı, Türkiye’nin demokrasi devriminin tamamlayıcısı ve Cumhuriyetin koruyucusu İnönü’yü saygı, sevgi ve şükranla anıyorum.