Cumhuriyetçi Parti'nin dönüşümü: Abraham Lincoln'den Donald Trump'a…

Abone Ol
Amerikan demokrasisi temelde iki partili bir sisteme dayanıyor: Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti. Amerikan demokrasisinin kökleri 18. Yüzyılın sonuna kadar gidiyor, iki parti sistem ise 19. Yüzyılın ikinci yarısında ana hatlarıyla ortaya çıkıyor. Ancak o tarihten günümüze kadar geçen süreçte iki partinin, özellikle de Cumhuriyetçi Partinin değişimi, dönüşümü dikkat çekici.
 
Her iki partinin ortaya çıkışında ve gelişim süreçlerinde kölelik karşısındaki tavrı ve Amerikan iç savaşı belirleyici bir role sahip. Trump da dahil olmak üzere 19 başkan çıkaran Cumhuriyetçi Parti, köleliğin ABD’nin batıya doğru genişleyen bölgelerinde yayılmasına karşı çıkanlarla, kuzeyli Demokratların katılmasıyla kuruldu. Güneyde geniş pamuk çiftlikleri vardı ve tarıma dayalı güney ucuz köle emeğine dayanan ve tarımın egemen olduğu eyaletlerden oluşuyordu. Köleliğe karşı çıkan kuzey, ağırlıklı olarak sanayiye dayanıyordu. Dolayısıyla Amerikan iç savaşı sanayiye dayalı olan kuzey ile tarıma dayalı olan güneyin savaşıydı. Sanayiye dayanan kuzeyin köleye değil, işçiye ihtiyacı vardı. Sanayileşmiş kuzey, tarıma dayalı güneyi Amerikan iç savaşında yendi. Tarihin genel bir gelişim süreciydi de zaten bu. Sanayileşmiş olanlar tarıma dayalı olanları yener. Tıpkı tarıma dayalı Osmanlı’nın sanayileşmiş Batılı devletlere yenilmesi gibi…
 
Diğer taraftan sanayileşmiş kuzey, tarıma dayalı güneyden ahlaki olarak da üstündü. Çünkü köleliği savunan ile köleliğe karşı çıkan arasında ahlaki olarak büyük bir uçurumun olduğu açıktır.
 
Kölelik konusundaki çatışma sonucunda 1860 yılında Cumhuriyetçi Parti’yi Abraham Lincoln ile iktidara geldi. Lincoln’ün liderliğindeki kuzey, iç savaşı kazandı. Bu kazanım ile Lincoln’ün –Washington’un ardından- ABD’nin ikinci kurucu babası olduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD gerçek anlamda birleşmeyi iç savaş sonrasında yaşadı ve bu süreçten sonra da bir süper güç olma yolunda hızla ilerledi. Kuzeyin iç savaşı kazanması, Cumhuriyetçi Partiyi daha da güçlendirdi; güney eyaletleri ise Demokrat Parti çizgisine kaydılar. Bu, çatışmanın ve kutuplaşmanın süreceği anlamına geliyordu. Aslında Lincoln’ün yaptığı köleliği kaldırmaktı; eşitliği sağlamak değil. Eşitlik için bir yüz yıl daha beklemek gerekecekti.
 
Kölelik karşıtı ve ilerici kimliği ile Cumhuriyetçi Parti, sahip olduğu popülarite ile 1869’dan 1892’e kadar girdiği 7 başkanlık seçiminin 5’ini kazandı. Ancak uzun iktidar yıllarını sürdürebilmek için daha ılımlı ve uzlaşmacı bir politikaya da yönelmek zorunda kaldılar. Üstelik 1880’ler sonrasında partide –artan sanayileşme sürecinin de etkisiyle- sanayicilerin ve iş dünyasının etkisi artmaya başladı. Takip eden yıllarda partinin Protestanlıkla bağlantılı gruplarla ilişkileri geliştiği gibi, buna göçmen karşıtlığı –önce İrlanda, İtalya sonra da Doğu Avrupa’dan gelen göçmenlere karşıtlık- da eklendi.
 
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, 1912’de Cumhuriyetçi Parti kökenli ABD eski başkanlarından Theodere Roosevelt’in liderliğinde kurulan İleri Parti’nin varlığı, Cumhuriyetçi Parti’nin oylarının bölünmesine yol açtı. Bu bölünme Demokrat Parti’den Wilson’u iktidara taşıdı. Wilson, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ünlü Wilson ilkelerini açıklayan başkan idi. Cumhuriyetçi Parti’nin tekrar toparlanmasının ardından 1920-1932 yılları arasında yeniden iktidara geldiler. 1929 ekonomik krizi sürecinde Cumhuriyetçi Hoover’ın sorunları çözmekteki başarısızlığı Demokratları iktidara taşıdı. Franklin D. Roosevelt başkan oldu.
 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş sürecinin de etkisiyle Cumhuriyetçi Parti, antikomünizmin öncülüğünü yaptı. Joseph Raymond McCarthy Cumhuriyetçi parti senatörü (1947-1957 yılları arasında Wisconsin eyaleti) olarak bu yıllarda bir çok kimseye komünizm suçlamasında bulundu, onların işlerini kaybetmesine ve zor durumda kalmalarına yol açtı.
 
1952-1960 yılları arasında Cumhuriyetçi Parti’nin ılımlı kanadından olan General Eisenhower başkandı. 1960’lı yıllarda Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakar kanadı ağırlığını arttırdı. 1964 yılında Barry Goldwater’ın adaylığı, Cumhuriyetçi Parti’nin liberal kanadına yönelik muhafazakarların açık bir tehdidi idi.
 
1968 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin ılımlı olmayan kanadından Richard Nixon başkan seçildi. O da Watergate skandalı nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Nixon, görevinden istifa ederek ayrılan tek ABD başkanı oldu.
 
Cumhuriyetçi Parti’nin uzun süreli iktidarı 1980 yılı sonunda Ronald Reagan’ın seçilmesi ile oldu. Görevi Carter’dan devralan Reagan ile Cumhuriyetçilerin uzun iktidar yılları başladı. Reagan iki dönem, başkanlık yaptı.
 
1980’lerin başında (Reagan, Margaret Thatcher, Turgut Özal’ın benzer iktidar yılları) ABD’nin güney eyaletleri Demokratlardan uzaklaşarak Cumhuriyetçilere yaklaştı. Bu arada partinin liberal kanadı da zayıfladı. Böylece Cumhuriyetçi Parti ideolojik anlamda daha tutarlı bir partiye dönüştü. Ancak elbette ki giderek muhafazakar ve radikal sağ eğilimlerin partisi haline gelmenin de yolu açılmış oldu. Reagan döneminde Cumhuriyetçiler, vergi indirimleri yaptı, savunma harcamalarını artırdı ve komünizm karşıtlıkları Demokrat Parti’nin bu yıllarda seçim kaybetmesinin nedenlerini oluşturdu. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğunun dağıldığı bu yıllarda 8 yıllık Reagan iktidarının ardından yine bir Cumhuriyetçi iktidarı başladı. George Bush (Baba Bush).
 
Baba Bush’un aktif dış politikasına (Birinci Körfez Savaşı vs) rağmen iç politikadaki başarısızlığı 1992’de Demokrat Bill Clinton’ı iktidara taşıdı. Demokrat Parti bu dönemde hem Temsilciler Meclisinde ve hem de Senatoda çoğunluğu ele geçirdiler. Ancak bu dönemde Demokratlar, sağlık başta olmak üzere sosyal politikalarda gerekli düzenlemeleri parlamentodan geçirmekte zorlandılar. Takip eden süreçte Cumhuriyetçiler Kongrede üstünlüğü tekrar ele geçirdiler (1994). Hem Cumhuriyetçi popülizmin yaratacağı tehlikeden duyulan endişe hem de Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin rakipsiz bir küresel güce dönüşmesi, Clinton’ın seçimleri bir kez daha kazanmasını sağladı (1996).
 
2000 yılında Oğul Bush, George W. Bush seçimleri tartışmalı bir şekilde kazandı. Florida eyaletinde oyların birbirine yakın çıkması ve geçersiz oylar, seçimleri tartışmalı kılmıştı. Demokrat Al Gore, itiraz etse de sonuç değişmedi. Böylece Clinton sonrası Cumhuriyetçiler yeniden iktidara geldi. Üstelik aynı zamanda 1952’den sonra ilk kez hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da çoğunluğu ele geçirdiler. Bu süreçte oğul Bush, muhafazakarlardan oluşan bir hükümet atadı ve dinsel bir söylem kullanmaya başladı. Aynı dönem 11 Eylül saldırılarının yapıldığı zamana rast geliyordu. Oğul Bush, küresel ısınmayla mücadele konusunda en kapsamlı düzenlemeyi içeren Kyoto Protokolü’nden çekilme kararı aldı. Ayrıca Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne karşı da muhalif bir tavır aldı. İç politikada ise genel olarak Cumhuriyetçilerde görülen vergi indirimi politikalarını benimsedi. Dış politikada ise 11 Eylül saldırılarının ardından bir küresel terörle mücadele konsepti benimsedi. Cumhuriyetçi Parti içerisinde Neo-Con denilen yeni muhafazakarlar büyük bir güç elde ettiler. Bu, Irak ve Afganistan’a yönelik saldırıları beraberinde getirdi. Aynı dönemde 2001 ekonomik krizinin ardından Türkiye’de DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin yerini AK Parti hükümeti almıştı. ABD’de ise 11 Eylül saldırıları sonrasında Cumhuriyetçiler kamuoyundan büyük bir destek elde ettiler ve ara seçimlerde (2002) büyük bir başarıya imza attılar. Kongre’deki güçlerini 2004 seçimlerindeki başarı ile sürdürdüler. Oğul Bush, ikinci kez seçimleri kazandı. Bu kez rakibi Demokrat John Kerry idi. Ancak 2006 sonrasında Cumhuriyetçi Parti, Irak Savaşı, vergi sorunları ve yolsuzluklar nedeniyle inişe geçti. Aynı dönem ABD’nin küresel düzeyde de itibar kaybına uğradı yıllardı. Bu, Cumhuriyetçilerin iktidarının sonunu getirdi.
 
Kasım 2008’de Barack Obama’nın ABD Başkanı seçilmesi, ABD tarihinde bir dönüm noktasıydı. Çünkü ABD kurulduğundan itibaren ilk kez bir siyahi kökenli biri başkan olmuştu. Obama, yaptığı zafer konuşmasında kendi siyahi geçmişine, siyahi kökenlerin ABD tarihinde çektiklerine, köleliğe hemen hemen hiç göndermede bulunmadan ABD’nin kurucu babalarını saygıyla andı. Onlara sıklıkla göndermede bulundu. Bunların başında köleliği kaldıran Abraham Lincoln gelmekteydi. Nitekim Obama da, Lincoln gibi siyasete İllinois'den girmişti. Onunla arasında paralellikler kurmaktaydı. Oysa arada önemli bir fark da vardı: Lincoln Cumhuriyetçi, Obama Demokrat Parti kökenliydi.
 
Köleliği kaldıran ve Amerikan iç savaşından zaferle çıkan Lincoln’e konuşmasında sıklıkla göndermelerde bulunan Obama şunları söylemişti:
“Lincoln'ın bizden daha fazla bölünmüş bir millete seslendiği gibi ‘Biz düşman değiliz, biz arkadaşız... Tutkumuz zarar görmüş olabilir ama bu duygusal yakınlık bağlarımızı kırmaya kadir olmamalı’. Ve şimdiye kadar desteğini gördüğüm siz Amerikalılar - Sizin oyunuzu kazanmış olmayabilirim, ama sesinizi duyuyorum, sizin yardımınıza ihtiyacım var ve ben sizin de başkanınız olacağım. Ve siz... Bu akşam bizi, bizim kıyılarımızın ötesinden izleyenler, parlamentolardan ve saraylardan ve siz, dünyamızın unutulmuş köşelerinde radyo başına toplanıp bizi izleyenler... hikâyelerimiz tekil, ama kaderimiz paylaşılmış ve Amerikan liderliğinin yeni şafağı elimizde. Bu dünyayı alaşağı etmek isteyenler... biz sizi yeneceğiz. Barış ve güvenlik arayanlar... biz sizi destekliyoruz. Ve siz Amerika'nın fenerinin hâlâ eskisi kadar parlak olmadığını söyleyenler... bu akşam bir kez daha kanıtladık ki milletimizin gerçek kudreti askeri ya da ekonomik gücümüzden değil, demokrasi, özgürlük, fırsat ve asla boyun eğmeyen umudumuz olan ideallerimizden aldığımız dayanma gücünden geliyor. Bu yüzden Amerika'nın gerçek dahiliği Amerika'nın değişeceğine dair inancımızdır. Birliğimiz mükemmelleştirilebilir. Ve şimdiye kadar başardıklarımız yarın başarabileceklerimiz ve başarmamız gerekenlerle ilgili umut veriyor. Bu seçim içinde birçok ilki ve gelecek nesillere anlatılacak birçok hikâyeyi barındıran bir seçim oldu”.
 
Obama’nın son derece pozitif, ABD’nin kurucu değerleriyle barışık ve kurucu babaları övücü konuşması, dikkat çekiciydi. Obama, ne kurucu değerlerin eleştirisini yaptı ne de onlarla hesaplaşmaya girişti. Sonraki 8 yıllık süreçte de durum değişmedi.
 
Obama sonrasında Cumhuriyetçi Trump’ın iktidara gelişi ve iktidardan gitmemek için direnişi ve çıkardığı sorunlar Amerikan demokrasisinin ne kadar kırılgan olduğunun açık bir göstergesi. Kongre baskını sonrasında bile Trump’a Cumhuriyetçi Parti tabanındaki destek oranı % 80’nin biraz üzerinde. Dolayısıyla Trump’ın istisnai bir örnek olmadığı, Cumhuriyetçi Parti içerisinde bir tabanı olduğu, Cumhuriyetçi Parti’nin ırkçı/muhafazakar bir kimliğe büründüğü açık bir şekilde görülmektedir. Köleliği kaldıran partinin neredeyse köleliği savunacak bir ırkçılığa evrim geçirmesi şaşırtıcı derece dikkat çekici.
 
Amerikan demokrasisi üzerindeki parlak cila kazındığında son derece sorunlu bir yapıya sahip. Güçlü bir kuvvetler ayrılığı ve kurumsal yapının sağlamlığı onu nereye kadar korumaya devam edebilir? Irkçı, aşırı bireyci ve sosyal yönden son derece zayıf Amerikan düzeninin ciddi bir restorasyona ihtiyacı var. Cumhuriyetçi Parti bir neden değil, sonuç… Bu sonucu yaratan nedenleri ortadan kaldırmaya bakalım Amerikan demokrasisinin gücü yetecek mi? Bizlerin de buradan çıkaracağı çok şey var, üstelik gideceğimiz yol da ince, uzun ve meşakkatli…