Atatürk başta olmak üzere ülkenin önderleri, 2. Dünya Savaşı öncesinde savaş meydanında kazanmadan masada kazanmayı bildiler. Önce Montrö’de sonra da Hatay’da.
1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin temel kaygısı, güvenliğini sağlamaktı ve sorunlarını barışçı yollardan uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak çözmekti. Türkiye bu güvenlik ve barış ortamı içerisinde de, hızlıca kalkınmak amacındaydı. Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar Atatürk’ün TBMM açış konuşmalarında, bunu hemen her yıl görmek mümkündür. Nitekim söz konusu dönem boyunca Türkiye, hem güvenliğini sağlamak, hem de sorunlarını barışçı yollardan çözen saygın ve güvenilir bir ülke olmak için çok yönlü bir dış politika izledi. Bu politikaları izlerken temel ilkesi dürüstlük ve açıklıktı. Söz konusu çok yönlü politikaların saç ayağı üzerine oturduğunu söylemek gerekir:
- Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmak
- Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak
- Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak
1930’larda Fransa, kendi mandaterliği altında bulunan Suriye’ye bağımsızlığını vermeye karar verince, dünyanın içinde bulunduğu koşulları değerlendiren Atatürk, Türkiye’nin Hatay’ı topraklarına kolayca katabileceğini düşündü. Atatürk’e göre, Fransa iç sorunları ve Almanya’nın Avrupa’da hızla güçlenerek Fransa’yı tehdit edecek noktaya gelmesi nedeniyle Hatay sorunuyla ilgilenemeyecek haldeydi. Bu nedenle de, Hatay’ı Türkiye topraklarına katmak için her türlü mücadeleden çekinilmemeliydi. Başbakan İsmet İnönü ise, Atatürk’ten farklı olarak daha ılımlı bir dış politikayı savunuyordu. Ona göre, sorun uzun bir zaman diliminde de olsa görüşmeler yoluyla çözülmeliydi. Hatay sorunu, ülkenin birinci derecedeki bir sorunu haline gelmesine rağmen, hükümetin mücadeleci bir politika izlememesi Atatürk’ün tepkisini çekti. Atatürk tepkisini, hasta olması nedeniyle doktorların kesin istirahat etmesini istedikleri halde, Hatay sorunu ile ilgili olarak Mersin’e giderek gösterdi. İnönü’ye göre Atatürk, Hatay için gerekirse bir askeri müdahaleden yanaydı ve İnönü buna karşı çıkmaktaydı.
1938 yılında CHP’nin yayınladığı On Beşinci Yıl Kitabı’nda ve Cumhuriyet Arşivi’nde yer alan bir raporda, “Eski idarelerin affolunmaz hataları yüzünden Türk milletinin uğradığı felaketlerin sonuncusu olan Hatay işinin de çözülmesinden sonra hiçbir devletle hiçbir anlaşmazlığımız kalmamış olacaktır” denilmektedir. Bu cümle, hem geçmiş hükümetlere yönelik bir eleştiri niteliği taşıdığı gibi, Türkiye’nin çözülmesi beklenen tek sorununun Hatay Sorunu olduğunu göstermektedir.
1936’da Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra Türkiye, Hatay’ın kendi topraklarına katılması için daha yoğun çaba harcamaya başladı. 1938 yılında Atatürk’ün yoğun çabaları sonuç verdi ve Hatay bağımsızlığını kazandı. Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşen bu bağımsızlık, Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Türkiye’ye katılmakla sonuçlandı (1939).
1930’ların Türkiye’si çok yönlü bir dış politika izleyerek ve barışçı yollarda ayrılmayarak sorunlarını çözmek, böylece güvenliğini sağlamak yolunda başarılı bir politika izledi. Fransa, Suriye’nin Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıktığını ileri sürerek, engelleme yapmaya çalıştı. Avrupa’nın hızla yeni bir dünya savaşına doğru ilerlediği bir ortamda İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin dünyada artan önemi dolayısıyla politikalarını gözden geçirme gereği duydular. 200 bin kişilik ordusu, 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle, Boğazlar üzerinde sağladığı tam hakimiyet, Türkiye’yi Akdeniz’deki en önemli devletlerden biri haline getirmişti. Savaş bulutlarının Avrupa semalarını kapladığı bir dönemde Avrupa’daki çıkarları ortak olan İngiltere ve Fransa, Türkiye ile barış halinde kalmanın önemini kavramışlardı ve Almanya-İtalya bloğuna karşı Türkiye’yi yanlarında görmek istemişlerdi. Bu bağlamda Akdeniz’de bir İngiliz-Fransız-Türk savunma hattı yaratmanın peşindeydiler. Atatürk de bu denklemi görerek, Hatay konusunda daha aktif ve sonuç alıcı bir politikayı benimsedi. Dönemin büyük devletleri Atatürk ve Türkiye’yi yanlarına çekmek için rekabet halindeydi. Ancak Türkiye’yi yönetenler, Birinci Dünya Savaşı’na bodoslama girenlerden çok daha deneyimliydiler ve o deneyimden ders çıkarmışlardı. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’na girmemek bu deneyimin sonucu idi.
Dönemin Türkiye’si, ne Faşist İtalya’ya ne de Nazi Almanya’sına eğilim göstermekteydi. O, kalkınmak ve sorunlarını barışçı yollardan çözmek, insanlık ailesinin saygın bir üyesi olmak ve çağdaş bir Türk kimliği yaratmanın peşindeydi. Hedeflerini gerçekleştirirken otoriter bir çağdaşlaşma hareketini benimsemişti. O nedenle demokratik olarak nitelenemese de, demokrasiyi hedeflediklerini söylemek mümkündür. 1945-1950 yılları arasında kademeli olarak gerçekleşen Demokrasi Devrimi, seçimle iktidar değişimi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye, haklarını uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde aradı. Bunun ilk örneği Boğazlar meselesinin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle çözülmesinde gerçekleşti. İkinci olarak da Hatay’ın önce özerkliği, sonra bağımsızlığı ve ardından da Türkiye’ye katılmasıyla oldu. Bu, Türkiye’nin “yurtta barış, dünyada barış” politikasının sahada uygulanmasıydı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı öncesinde sorunlarını bir oldubittiyle, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde çözme yöntemini asla benimsemedi. Örneğin Türkiye Hatay’da bir Anschluss (Almanya’nın Avusturya’yı ilhak etmesi) politikası denemeyi aklına bile getirmedi. Türkiye, bütün enerjisini ülke sınırları içerisine yoğunlaştırdı. Atatürk başta olmak üzere ülkenin çağdaşlaştırıcı önderleri, ülkelerini çağdaşlaştırdılar, sanayileştirdiler, okuma-yazma seferberliğine giriştiler ve isteksizce de olsa güçlü bir ordu meydana getirerek dünya savaşına hazırlık yaptılar. Ancak ilginç bir şekilde İkinci Dünya Savaşı öncesinde savaş meydanında kazanmadan masada kazanmayı bildiler. Önce Montrö’de sonra da Hatay’da…
Yaşanan deprem felaketi nedeniyle milletimizin başı sağ olsun. Millet olarak yaralarımızı kısa sürede sarmak için elbirliği ile hareket etmeyi ve gereken dersleri çıkarmayı diliyorum.