85. Yılında Köy Enstitüleri Üzerine Bir Değerlendirme

Abone Ol

Köy Enstitüleri, Türkiye’nin İkinci dünya Savaşı yıllarının zorluklarını yaşadığı bir dönemde kuruldu. Bu noktada aslında şartlar olumsuz gibi görünmekle beraber İnönü’nün savaş dönemini bir fırsata çevirdiğini de söylemek mümkündür. Çünkü savaş koşulları, İnönü’nün otoriter bir rejim uygulamasına ve istediklerini yapma konusunda daha rahat davranmasına yol açtı. Köy Enstitüleri gibi köylünün üretim, aydınlanma ve çağdaşlaşma alanında devrim niteliğinde adımlar atabildi ve bu konuda doğabilecek muhalefeti etkisizleştirebildi.

Köy Enstitüleri nasıl bir toplumsal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktı?

Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1923), Osmanlı’dan devralınan eğitim tablosu pek de parlak değildi:

Okul      Öğretmen          Öğrenci      Öğrenci sayısının genel nüfusa oranı %

İlköğretim                      4894         10238                     341941                 2.8

Ortaokul                           72              796                        5905                       0.05

Lise                                   23               513                         1241                        0.01

Meslek ok.                        64              583                       6547                      0.054

Toplam                             5053           12130         355634           2.96

Nüfusun 11-12 milyon civarında olduğu ülkede okula gidebilenlerin oranı % 3’ü bile bulmuyordu.

Cumhuriyet’in 10. Yılında da bu konuda ciddi bir ilerleme sağlanamamıştı. Nitekim, 1933 yılında 40.000 köyden 32.000’inde okul, posta teşkilatı ve dükkan yoktu. 11 Milyon kişinin yaşadığı (nüfusun % 80’den fazlası) 40.000 köyde nüfusun sadece % 2 si okuma yazma biliyordu.

Maarif Vekili Saffet Arıkan, 26 Mayıs 1936 tarihinde TBMM’de bakanlık bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada, köy çocuklarının ancak % 25’inin okula gidebildiğini, bu şekilde çalışmaya devam edilirse, okulsuz 35.000 köye birer öğretmen göndermek için yüz yıl beklenilmesi gerektiğini açıkladı. Bundan dolayıdır ki, 1936 yılında askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan, okuma yazma bilen gençlerden öğretmen (eğitmen) olarak yararlanmak amacıyla Eğitmen Kursları açılmaya başlandı. Bunlarda biri de Manisa Horozköy’de açılan Eğitmen Kursu’ydu.

Kursun açılışında o yıllarda Manisa’da Milli Eğitim Müdürü olarak görev yapan M. Rauf İnan’ın büyük rolü oldu. 1938, 1939 ve 1940 yıllarında, üç yıl boyunca Eğitmen yetiştiren bu kurstan 200 eğitmen yetiştirildi. 1937 yılında Manisa’nın 900 civarındaki köyünün sadece 140’ında öğretmen vardı. Eğitmenlerin mezun olmasıyla okulu ve öğretmeni bulunan köy sayısı arttı. Eğitmenler özellikle dağ köylerine gönderildi.

Eğitmen Kurslarının yerini bir üst kurum olarak Köy Enstitüleri aldı. Köy Enstitüleri köylerin öncelikli olarak eğitim/kültür kalkınmasını hedeflediği gibi, aynı zamanda köyde yaşanacak ekonomik değişimin (Toprak Reformu’nun) altyapısını hazırlamayı amaçlamıştı.

Köy Enstitüleri’nin kuruluş amaçlarının başında köy ve şehirler arasındaki uçurumun kapatılması gelmektedir. Köy ve şehirler arasındaki eğitim/kültür seviyesi farkı kanun tasarısının gerekçesinde açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Buna göre; ilköğretim çağındaki çocukların şehir ve kasabalarda % 80’i, köylerde ise % 26’sı okutulabilmektedir ve yine nüfusu 10.000 az olan yerlerde okuma-yazma bilmeyenlerin oranı % 89.3 iken, nüfusu 10.000’den çok olan yerlerde bu oran % 59.7’dir. Köy Enstitüleri’nin eğitim/kültür boyutunun yanı sıra ekonomik boyutunun da var olması, konuyu milletvekilleri arasında daha tartışmalı bir hale getirmekteydi. Kanuna göre, Köy Enstitülü öğretmen sıradan bir öğretmenin çok ötesindedir; köylüye eğitim/kültür, sağlık, tarım, hayvancılık, ekonomik kalkınma, modern yaşam vb. alanlarda örnek olacak bir devrim misyoneriydi.

Köy Enstitüleri Kanunu, 17 Nisan 1940 tarihinde TBMM’de görüşülürken bazı milletvekilleri kanuna yönelik eleştiriler getirdiler. Bunlardan biri de Kazım Karabekir’di. Karabekir, köy enstitülerine şehir çocuklarının alınmamasını eleştirmekteydi. O’na göre, enstitülere sadece köy çocuklarının alınması yanlıştı. Köy ve şehir çocukları bir arada alınmalıdır; aksi takdirde, 40-50 yıl sonra birbirinden kopuk ve ayrılmış köy ve şehir hayatı ortaya çıkacaktır. Ayrıca köylülerin başka ideolojilerin etkisiyle ve düşmanca şehirlilerin karşısına çıkması da mümkündür. Karabekir’in yanı sıra, Feridun Fikri Düşünsel de Enstitülere sadece köy çocuklarının alınmasına karşı çıktı. Karabekir, söz konusu uygulamanın kent-köy ayrımına ve sınıf farklılığına yol açacağında ısrar etti ve köylülerin kültürel anlamda az görgülü yarı aydınların etkisine hatta maddi ve manevi baskısına bırakmanın ülkenin geleceği için tehlikeli olacağına dikkat çekti.

Köy Enstitüleri Kanunu’na ilişkin TBMM’deki oylamaya 278 milletvekili katıldı ve bu milletvekillerinin oy birliği ile kanun kabul edildi. Oylamaya 148 milletvekilinin katılmadığı görülmektedir. Aynı gün yani 17 Nisan 1940 günü yapılan diğer iki kanun oylamasına 316 milletvekilinin katıldığı ve bu kanunların oylanmasına katılmayan milletvekillerinin sayısının 110 olduğu düşünülecek olursa, Köy Enstitüleri oylamasına bilinçli olarak katılmayan milletvekili sayısının 38 olduğunu söylemek mümkündür.

Bu durum, CHP içinde, önemli sayıda milletvekilinin Köy Enstitüleri Kanunu’na karşı sessiz muhalefet politikası izlediğini göstermektedir. Parti içi muhalefetin TBMM’de açıkça ortaya konamadığı düşünülecek olursa, milletvekillerinin Köy Enstitüleri Kanunu’na karşı muhalif tavırlarını oylamaya katılmamakla gösterdikleri söylenebilir. Köy Enstitüleri Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, dönemin tek partisinin homojen bir yapısının olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Köy Enstitüleri ile bağlantılı olarak iki ciddi sorun sonraki yıllarda kendini gösterecektir. Birincisi Köy Enstitüleriyle bağlantılı olarak Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu sırasında, CHP’de yaşanan bölünmedir ki bu, Demokrat Parti’nin doğuşuna kaynaklık teşkil edecektir. İkincisi ise, Köy Enstitülerinin kuruluşundan itibaren CHP’de yaşanan çatışma kendini çok partili yaşama geçiş döneminde, bu kez açık bir şekilde yaşanacak, Enstitülerin mimarı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç 1946’da tasfiye edilecektir.

Köy Enstitüleri, kanunun çıkmasından hemen sonra ve Köy Eğitmen Teşkilatlarının yapılanmalarının üzerine kurulmaya başlandı. Genel anlamda tarım işlerine elverişli arazisi olan kırsal alanda kuruldular. Enstitüler şehirden uzakta ama tren yollarına yakın yerlere inşa edildi. 21 yerde köy okullarına öğretmen yetiştirmek üzere kurulan Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenler hem köy çocuklarına örgün eğitim verecek hem de yetişkinlere okuma-yazma öğretecek, temel yaşam bilgileri verecek, bilimsel tarım tekniklerini gösterecekti. Enstitüler yörelerinin tarım ve hayvancılık yöntemlerini modernleştireceklerdi. Her enstitünün ağırlık verdiği eğitim o yörede yetişen ürünlere göre değişiyordu. Bu bağlamda enstitülerin kendi bağları, tarlaları, arı kovanları büyük ve küçükbaş hayvanları, atölyeleri bulunmaktaydı. Öğrenciler burada teorik ve pratik eğitimi bir arada görüyorlardı.

Köy Enstitülerinde 1940-1946 yılları arasında 15.000 dönüm arazi tarıma uygun hale getirilmiş ve üretime geçildi. 750.000 yeni fidan dikilmişti. 1.200 dönüm bağ oluşturuldu. Bunlara ilave olarak 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 kilometre yol yapıldı. Öğrenciler modern tarım tekniklerini öğrendikleri ve uyguladıkları Enstitülere, sulama kanalları yaparak su da getirdiler.    

Köy Enstitüleri ile 1950 yılına gelindiğinde 26.000 eğitmen ve köy enstitülü öğretmen Anadolu’ya gönderilmişti. Ancak yine de 1950 yılı itibarıyla Türkiye genelindeki okuma-yazma oranı % 32 idi. Bir başka deyişle halkın hala % 68’i okuma yazma bilmiyordu.

Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu ve Dursun Akçam gibi pek çok ünlü yazar Köy Enstitülerinde yetiştiler.

Köy Enstitüleri uygulaması köylünün lehine devrim niteliğinde sonuçlara yol açacak nitelikte olmakla beraber İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kaldı. Bunun nedenlerini aslında hem İkinci Dünya Savaşı yıllarında hem de Köy Enstitülerinden mezunların olanların köylere gönderilmesi sürecinde yaşanan sorunlarda aramak gerekir. 

İkinci Dünya Savaşı Yıllarının Getirdiği Sorunlar

Önce Avrupa’yı ardından da tüm dünyayı, 1939-1945 yılları arasında kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi de olumsuz yönde etkiledi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin nüfusu 19 milyon kadardı. Asker sayısı da 1937’de 150.000 civarıydı. Savaş yıllarında bu oran yaklaşık on kat arttı; yani asker sayısı yaklaşık bir buçuk milyona ulaştı. Genç ve orta yaşlı erkek nüfusun büyük bir bölümü askere alındı. Bu kadar asker alınmasının ana nedeni silahlanma açısından zayıf olan ülkenin bu zafiyetini asker sayısıyla kapatmaktı. Türkiye, Birinci dünya Savaşı’ndan çıkardığı dersle, İkinci Dünya Savaşı’na girmemek için elinden gelen çabayı gösterdi. Üretken erkek nüfusun askere alınmasıyla üretim düştü; tüketim arttı. Oysa Almanya ile savaş kapıdaydı. Bir başka tehlike ise Sovyet tehdidiydi. Türkiye bir denge oyunu oynayarak savaşın dışında kalmaya çalışıyordu. Üretimin düşmesi, fiyat artışını, karne uygulamasını ve karaborsayı doğurdu. İthalat da savaş nedeniyle neredeyse yok derecedeydi. Ülke ekonomisini düzenlemek için üç önemli yasal düzenleme yapıldı: Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi. Pek çok tüketim maddesi karneye bağlandı.

Milli Korunma Kanunu:

Milli Korunma Kanunu ise, hükümete fiyatları belirleme, ürünlere el koyma ve ayrıca zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede sınırsız yetkiler veren bir yasa idi. Ocak 1940’da savaş başladıktan sonra hemen sonra Refik Saydam hükümeti döneminde çıkarıldı. Devlete ekonomiye her türlü müdahale imkanı sağladı.

Varlık Vergisi:

Aralık 1942 tarihinde çıkarılan verginin resmi gerekçesi, olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilendirmekti. Gerçekte Hükümetin temel derdi artan bütçe açığını kapatmak, asker sayısı 150.000’den bir buçuk milyona tırmanan Ordu’nun ihtiyaçlarını karşılamak ve ekonomiyi kontrol altında tutmaktı. Varlık Vergisi’nin uygulamada gayrimüslimler üzerinde bazı ciddi haksızlıklar yarattığı bir gerçektir. Sorunların en yoğun olarak yaşandığı şehir İstanbul’du.

Toprak Mahsulleri Vergisi:

Toprak Mahsulleri Vergisi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında devletin uygulamaya koyduğu bir vergidir. Varlık vergisi nasıl kentli zenginlerden alındıysa bu vergi de köylüden alındı. Varlık Vergisi kadar bilinmese de köylüyü olumsuz yönde etkileyen bir vergidir.

Köylüden toplanan tahılların depolandığı yerler arasında camiler de vardı. Çünkü, silo vb. depolar çok azdı. Dolayısıyla camilerin dışında onlar kadar büyük ve tahıl depolamak için kullanılabilecek başka mekanlar yoktu. Bu nedenle kimi camiler ibadete kapatılıp silo olarak kullanıldı. Üretken erkek nüfusun askere alındığı, neredeyse her 11-12 kişiden birinin askerde olduğu bir ortamda kitleleri beslemek için tahılları koyacak başka büyük mekanların olmayışı bu zorunlu uygulamayı doğurmuştu.

Yol Vergisi:

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı yıllarında da hala parasal ekonomiye geçememişti. Bunun yarattığı sorunlar nedeniyle var olan uygulamalardan biri de Yol Vergisi idi. Bu vergi, Aşar Vergisi’nin kaldırıldığı dönemde (1925) kabul edilen bir vergidir. Tek parti dönemi boyunca 5-12 lira arasında değişen miktarlarda uygulandı. 18-60 yaş arasındaki erkeklerden alınan bu vergiyi, kentli ve çalışan erkekler kolaylıkla ödeyebilirken, kapitalist ilişkiler ağına girmemiş ve kendi ürettiği ile geçinen köylü ödemekte zorluk çekti. Vergiyi ödeyemeyen köylü, bedensel olarak 3 günden az olmamak üzere çalışmak zorundaydı. Vergiden muaf olmanın bir yolu da en az 5 çocuk sahibi olmaktı. Nitekim Türk köylüsü vergiden muaf olmak için çoğunlukla en az 5 çocuk sahibi olma yoluna gitti; hatta 5’ten fazla çocuk yapmayı benimsedi. Çünkü o dönemde hastalıklar nedeniyle çocuk ölümleri yüksekti. Bir çocuğun ölümü nedeniyle sayı 5’in altına düşünce vergiye tabi oluyorlardı. Bu nedenle bir çocuk fazla yapılması yoluna gidildiği gibi, ölen çocuğun bildirilmemesi ve yeni doğan çocuğa ölen çocuğun kimliğinin verilmesi gibi uygulamalar yaygın olarak görülmekteydi.

Karşılıksız paranın basılmadığı, bütçede imkanların dar olduğu bu dönemde yolları bulunmayan ülkeye yol yapmanın bir başka yolu olmadığı gibi, Cumhuriyet’in devraldığı 11 milyonluk nüfusu arttırmayı teşvik etmenin de başka bir yolu yoktu. Ayrıca, cumhuriyet yönetiminin devraldığı 11 milyonluk nüfusun önemli bir bölümü başta salgın hastalıklar olmak üzere sağlık sorunlarıyla boğuşmaktaydı. Nüfusun çoğunluğu kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşmaktaydı. Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarıyla azalan nüfusun artışını sağlamak amaçların başında geliyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kolera, tifüs, sıtma, verem, uyuz ve belsoğukluğu gibi salgın hastalıklar son derece yaygındı. Bunların temel nedenleri açlık ve yoksulluğun yanı sıra, cahillik ve hijyen bilgisinin eksikliği/imkansızlığı idi. Cumhuriyet’in ilk büyük girişimlerinden biri de bu salgın hastalıklarla mücadeleydi. Veremle mücadele İkinci Dünya Savaşı’nda da önemli bir yer tuttu. Bataklıkların kurutulması ve kinin dağıtımı ile sıtmayla mücadele de edildi. Vergilerle başlayıp devam eden bu koşullar  CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesinin nedenleri arasında önemli bir yer tutacaktı.

Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’nda en büyük yükü köylü çekti. Savaş biterken Köy Enstitülü öğretmenlerin köylere gönderilmeye başlaması ve bu süreçte Toprak Reformu çabaları birlikte yürüdü. Mezun olan öğretmen büyük bölümü okulsuz, öğretmensiz küçük köylere gönderildi. Buraları daha önce ne okul ne de öğretmen görmüştü. Öğretmen köye gittiğinde köylü öğretmene okul için arazi tahsis ediyor ardından öğretmenle birlikte okul inşa ediyordu. Aynı durum öğretmene ev yapmak için de geçerliydi. Köylü hem bedenen çalışıyor hem de arazi tahsis etmek zorunda kalıyordu. Öğretmenin maaşını ödemek de köylüye aitti. Toprak Mahsulleri Vergisi, Yol Vergisi gibi vergilerin yanı sıra bu gibi yükümlülükler köylü açısından son derece yıpratıcıydı. Elbette Köy Enstitülü öğretmenin köye ve köylüye kazandıracakları son derece fazlaydı. Ancak olayın bir de dediğim kısmı vardı. Sorunun çözümü bu yükümlülükleri devletin üstlenmesiydi ancak dönemin koşullarında ekonomik anlamda devletin bunu üstlenmesine de imkan yoktu. Yol yapımını (demiryolu devlete aitti) halka havale etmek gibi okul vb. ihtiyaçları köylüye yüklemek halk açısından yorucuydu. Böyle bir uygulamayı sürdürebilmenin tek yolu otoriter rejimin devamıydı. Neticede otoriter modernleşme süreci olarak olayı değerlendirmek mümkündür. Nitekim İnönü, İkinci Dünya Savaşı devam ederken Yücel ve Tonguç’a Köy Enstitülerinin sayısını üç katına çıkarmalarını (21’den 60’a) öneriyor. Ancak onlar imkansızlıklar nedeniyle bunu kabul etmiyorlar. İnönü’nün ısrarları da işe yaramıyor. Bunun üzerine İnönü, savaş bittiğinde kendilerine bunları yaptırmayacaklarını söylüyor. Yaptırmayacak olanlar kimlerdi? İnönü her şeyin farkındaydı. Savaş koşullarını ve ortamını eğitim seferberliği için toplumsal kalkınma için kullanmak istemişti. Savaş ertesinde İnönü haklı çıktı. Bu noktada sıklıkla İnönü eleştirilir, Köy Enstitülerini kapattığı söyleniyor. Köy Enstitülerini açan İnönü idi bunu unutmamak gerekiyor. Sovyet tehdidinin arttığı bir dönemde koşullar değişmiş, eğitim ve köy önceliğini yitirmiştir. Diğer taraftan İnönü, Atatürk değildi. Ondan Atatürk olmasını beklemek İnönü’ye haksızlıktır.

Çok partili yaşama geçmek, Atatürk’ün yarım bıraktığı demokrasi devrimini tamamlamak İnönü’nün hayaliydi. 1945’te Köy Enstitüleri ilk mezunlarını verirken çok partili yaşama geçtik. İnönü o tarihte 61 yaşındaydı. Savaş yıllarının yorgunluğu ile birkaç kez kalp spazmı da geçirmişti. Sağlığında demokrasiyi gerçekleştirmek istedi. Gerçekten de İnönü milli şef iken vefat etseydi herhalde bu devrimi gerçekleştirecek kimse olmazdı. Ayrıca İnönü milli şef iken vefat etseydi yine muhtemelen Türkiye’yi bekleyen kaos olurdu.

Köy Enstitüleri mi çok partili hayat mı? İkisinden birini tercih edeceksiniz, hangisini tercih edersiniz? Bugün bile tartıştığımız konudur. Cumhuriyetin kurucularının bizden istedikleri, Yücel’in Atatürk’e söylediğidir: “Türk milleti kendini bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadığında gerçek anlamda kurtulmuş hissedebilir”. İşte Köy Enstitüleri, Türk milletini kurtarıcıya ihtiyaç duymayacak hale getirecek olan kurumlardı. Ancak gelinen noktada Türk milleti kurtarıcıdan ziyade artık Cumhuriyet değerlerine sahip çıkacak, Türk milli kimliği etrafında bizi birleştirecek bir siyasi liderliğe ihtiyaç duyuyor.